Monthly Archives: Mart 2014

Sunay Akın: “Doğayı korumak için direnmek erdem değil; insan olma meselesidir.”

Standard

Yıl 2006
Yer, İzmir Kitap Fuarı
Üniversite 1. sınıftayım    Kitap_2936738
İlk kez bir kitap fuarındayım üstelik çok sevdiğim bir yazarın imza günü var
Oldukça heyecanlıyım
Uzun bir kuyruk önümde
Kalabalıktan gözükmeyen masanın başında, Sunay Akın
Beklerken bir soru dönüyor aklımda,
Hem çok merak ediyorum yanıtını hem de bunu ona kesin “sormalıyım”!
İşte yanındayım
Gülümseyerek söylüyorum ismimi, o kitabımı imzalarken, soruyorum, biraz çekingen;
“Sunay Bey, bu kadar çok şeyi nasıl biliyorsunuz ?”
Gülümsüyor ve sadece bana değil, yakınındaki tüm öğrencilere dönerek;
“Çok okuyorum çocuklar. Siz de okuyun, olabildiğince okuyun.”

Teşekkür ederek ayrılıyorum yanından, nasıl mutluyum,
İlk imzalı kitabım ve Sunay Akın’la ilk röportajım : )

Sunay Akın’ın “Kırdığımız Oyuncaklar” ı, bana adım gibi bir yaşam dileyerek imzalamasından tam sekiz yıl sonra,
yanıtlarını bu kez ses kayıt cihazımda saklayacağım ve paylaşacağım,
son kitabı Geyikli Park’da Çanakkale Zaferi’ne dair anlattığı hikayeleri ona Çanakkale’de soracağım,
benim için bu çok özel röportaja hazırlanırken, o günü hatırladım.

Anlattığı birbirinden renkli hikayelere o kadar bilgiyi, yılı, gizli kalmış kahramanı, oyuncağı, şiiri, müzeyi
baş döndürücü bağlantılarla, her seferinde şaşırtarak sığdırmasına hala hayran,
ben de bu röportaja küçük bir hikaye bulmak istedim sanırım.

35bf2a571f

Yıllardır kitaplarıyla, şiirleriyle, müzeleriyle, sorduğu sorularla, araştırdıklarıyla hayatın karşısında iyi bir “satranç oyuncusu” olan Sunay Akın, “İki Kitap Bir Heves” isimli sahne gösterisiyle sığ sularda oynadığımız dama oyunundan kalkıp,
derin sularda bilginin ışığını bulmaya, birlikte öteye taşımaya çağırıyor.
Hikayeleriyle şehir şehir dolaşırken okuyucularının da hikayelerine değiyor.

Çocukken Tuncay Terzihanesi’nden aldığı kumaş parçalarıyla cebinde taşıdığı dünyanın etrafında;
kendi yaptığı oyuncak uçağın kanatlarıyla uçuyor hala…

Bizi, koltuklarımızda kemerlerimiz bağlı, zihnimiz özgür, sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıkarıyor.
Bunu da okuduğu binlerce sayfanın, ansiklopedilerde altını çizdiği satırların, kendi yapıp oynadığı,
peşine düştüğü oyuncakların rotasında; bilginin ışığında yapıyor.
Hisse senetlerini bir kenara kaldırıp, kullanmayı unuttuğumuz hissi senetlerimizi cebimize koyuyor.
Bizi, bize hatırlatıyor, milli tarihimizin gücüne tanıklık ettiriyor. İlham veriyor.
İçine hapsolduğumuz ekrandan başımızı kaldırıp,
hayatın renklerini keşfetmeye, güzel tesadüflerle hayatımıza bağlamaya heveslendiriyor.

İşte o akşam, sahne gösterisi bittikten,
okurları bütün bu duyguların ortak gülümsemesiyle kitaplarını imzalatıp kendi hikayelerine kocaman bir renk daha kattıktan sonra,
Kız Kulesi Şiir Cumhuriyeti’nin şairi, oyuncakların en büyük çocuk kalbi Sunay Akın’la, yola çıktık Çanakkale’den Geyikli Park’a
O anlattı, ben takip ettim; karanlığı çıkaracak yolu aydınlığa
Çocuklar hep gülsün, çok yaşasın, oynayabilsinler diye oyuncaklarla…

1980567_10152074759528897_728033672_n

Sevgili Sunay Akın; hoşgeldiniz Çanakkale’ye… Aslında bu şahane buluşma daha önce gerçekleşecekti fakat bilginin ve insanlık tarihinin ışığını taşıyan hikayelerinizi öyle yoğun bir tempoda şehir şehir dolaştırıyorsunuz ki… Geçtiğimiz günlerde mühim bir rahatsızlık geçirdiniz, korkuttunuz hepimizi…

Hiç sorma, gerçekten büyük bir talihsizlikti o… Hayatımda ilk kez hastaneye yattım ve gelemedim o programa. Bugün o programı gerçekleştirmek için sevgili başkanımın davetlisi olarak buradayım. Ben de hiç istemezdim hastanede yatmak; hastanede yatmak hiç güzel bir şey değil. Bütün hasta olanlara acil şifalar diliyorum. Ne mutlu bana ki bugün buradayım.

Biz de çok mutluyuz; iyisiniz, iyi ki geldiniz… Sahnede de harikaydınız enerjinizle! Sesiniz ve mimiklerinizle bürünerek anlattığınız hikayelerle; bu salonu dolduran yüzlerce okuyucunuzun tek tek kalbine değdiniz… Bu akşam bizimle paylaştığınız hikayelerin çoğunu kitaplarınızdan bilmeme rağmen ilk kez duyuyor gibiydim! : ) 

Teşekkür ederim. İşte bu sanatın gücü! Çok sevdiğiniz bir eseri, bildiğiniz bir besteyi her dinlediğinizde, çok sevdiğiniz bir tabloyu her gördüğünüzde yeni bir insan olduğunuzu hissedersiniz. Sevdiğiniz bir şiiri tekrar tekrar okursunuz. İşte bu; sanatın gücüdür. Eğer bir sanat eseri kendini tüketmiyorsa; onunla her yeni buluşmanızda sizde kendini yenileyebiliyorsa başarılı olmuş demektir. Ben de tek kişilik sahne oyunumda, sözünü ettiğiniz gibi kitaplarımdaki o metinleri anlattım; yani kendi edebi çalışmalarımı sahneye taşıdım. Bu yüzden, iki saate, iki bin kitabın ışığını sığdırmaya gayret ettim. Kitaplarımdaki bütün o edebi metinler sizi heyecanlandırdıysa, yeniden duyuyor hissine kapıldıysanız, ne mutlu bana…

Hayatı hep bir satranç oyununa benzetir ve aslolanın doğru hamleler yapmak olduğunu söylersiniz ya… Bu akşam sizden biraz taktik de aldık bu konuda. Sorular sordunuz bize muzipçe gülümseyerek, bazılarının yanıtını bizimle buldunuz; bazılarını da yanıtlamayarak dediniz ki; gidin, araştırın ve kendiniz bulun : ) Ben şimdi kafamda yepyeni soruların heyecanı ve merakıyla can atıyorum cevaplarımı aramaya…

Çok sevindim, ne mutlu… Yani bir iştah açıcı özelliğim varsa; insanı araştırmaya, kitap okumaya yönlendiren, merak duygusunu öne çıkarıp kamçılayan bir üslubum varsa çok mutlu oldum bundan, çünkü yapmak istediğim bu… Zaten bilgi kışkırtır, insanı karanlığın üstüne doğru yürümeye şevk eder. Ben de ışıkları anlattım, bilgiyi anlattım. Neden? Bu ışığı kendi yüzünüzü aydınlatmakta kullanın diye değil; karanlığa yürüyün o ışıkla. Çünkü ışık; karanlığa mahkum edilenindir. Kim karanlığa mahkum edildiyse, onun da sorumlusu biziz. Biz kimiz? Işığı; karanlığa taşımayanlar… Öyleyse bu ışık karanlığa taşınacak! Çünkü ışık, karanlıkta daha güzeldir ve mutluluğu; karanlığa doğru o ışığı taşırken attığımız adımlarda buluruz. Aslolan budur. Aydınlanmacılıktır bu. Sanatın, bilimin yaptığı da budur zaten; dünyayı, insanlığı aydınlatmak…10013805_10152074759543897_930710255_n

Siz de yıllardır aydınlatıyorsunuz bizi o ışıkla… Ve kitaplarınızla : ) Çıkan son kitabınız Geyikli Park var elimde şu an. Önce size bir şey itiraf etmek istiyorum. Arka kapakta kitabın aslında Çanakkale direnişine edebi anlamda hak ettiği değerin verilmediğini düşünen bir subaya geç kalmış bir özür olduğunu okuyunca; “Geyikli Park Çanakkale’de ve ben bilmiyorum kimbilir nerede!” dedim : ) Evet, Çanakkale’den bindik gemiye ama okudukça yine dünyayı dolaştık ve Geyikli Park’ı ararken yeni hikayeler, kahramanlar biriktirerek Gezi Parkı’na çıktık! Bu nasıl bir bilgi birikiminin, nasıl bir çalışmanın ürünüdür ?

Az önceki sorunda dedin ya satrançtan söz ediyorsunuz diye… Satrançta çok farklı taşlar var; kale, fil, vezir, at… Bunların hareketleri aynı değildir ama aynı düşünce için hamle yaparlar. İşte bilgiyi de ben; “senfonik” anlamıyla kullanıyorum. Nedir senfonik bilgi kullanımı? Bir senfoni orkestrası düşünün sahnede; üflemeli, vurmalı, yaylı çalgılar… Enstürmanlar farklıdır ama hepsinin ortaya çıkardığı senfoni aynıdır. İşte ben de aydınlanma tarihindeki farklı zamanlarda gözüken hamlelerin; aslında aynı yöne doğru olduğunu, bir bütün olduğunu anlatıyorum kitaplarımda…

1579776_10152306016851585_1493691287_nEvet Çanakale’den girdik ama nerelerden çıktık Geyikli Park’da… Cervantes’den Mimar Sinan’a, Türkan Saylan’dan Besim Ömer Paşa’ya kadar daha pek çok aydınlanmacının hamlelerini bulduk burada… Çanakale’de de Tüfekçi İsmail’in ve bir geyiğin öyküsü var Çanakkale Savaşı sırasında, fotoğrafını da yayınladım. Yaşadığımız Gezi Parkı olayları sırasında Gezi Parkı’nda kesilmek istenen ağaçların hemen karşısında bir geyik heykeli vardır; ona geldik Geyikli Park’da.  Aslında insanlığın tarih boyunca aydınlanma, hürriyet ve özgürlükler için verdiği o büyük direniş; bu kitabın rüzgarını oluşturuyor. Seviyorum ben senfonik kitapları. Bu tam bir Sunay Akın üslubu… Edebiyata kattığım yenilikler varsa, buna gerçi zaman karar verecek; bunu benim söylemem yakışık almaz ama ben de iyi kötü bir satranç oyuncusuysam ve bilgiyle hamle yapıyorsam, biraz hissediyorum galiba… Bir Sunay Akın tarzı, üslubu söz konusu olacak. Zaten bunun da karşılığını görüyorum. Yeni yeni kitaplar çıkıyor, pek çok metinler yazılıyor; hep benim üslubumdan etkilenildiği ortaya çıkıyor. Öğretim görevlisi olan arkadaşlarım da derslerinde Sunay Akın üslubunun varlığındaN söz ediyorlar. Bu da beni mutlu ediyor tabii…

Sunay Bey siz kendinizi sadece okur ve yazar olarak tanımlıyorsunuz fakat sizin için modern çağın meddahı, Çağdaş Dede Korkut gibi benzetmeler yapılıyor. Müsaadenizle, ben de sizin için bir benzetme yapmak istiyorum. Sunay Akın, bir “hikaye müzesi”dir bence… İlham veren, hikayeler barındıran bir müze…

(gülümsüyor) Müze… Ne güzel… Çok çok güzel! Müze sözcüğü çok hoşuma gitti. Müzede çok değerli şeyler, korunma altına alınması gereken hafıza, belge olur. Çok teşekkür ediyorum bu sözler için fakat bunu alçakgönüllülük anlamında söylemiyorum; inan bana, bunların hiç bir önemi yok benim için. Eğer ışığı karanlığa taşıyabiliyorsam, ne mutlu bana…  Ve ben şunu biliyorum ki; önemli olan el değil, elin taşıdığı ışıktır ve bu ışık binlerce yıldır taşınıyor. Eğer ben dünyaya geldiğim, hayatta olduğum şu dönemde o ışığı birazcık daha karanlığa, biraz daha öteye taşıyabildiysem ne mutlu bana. Önemli olan ışıktır; ben değil.  Aydınlanmacılar böyle düşünür. Bunu kalben söylüyorum, karanlıklar aydınlandıkça ben mutluyum. Yoksa bana güzel iltifatlar yapıldığı için değil…

Çocukken evinizin terasında babanızın uzun yolculuklardan getirdiği kutularla uçaklar yapar; bir gün onunla uçtuğunuzda karnınız acıkmasın diye yolda, içine reçelli ekmek koyarmışsınız : ) Bir gün onunla olmasa da, bu hayaliniz gerçekleşmiş babanızla ilk kez  bindiğiniz uçakla… Ankara’ya uçmuşsunuz, Atalay Yörükoğlu’na…

Doğru, çocuk psikiyatrı !

Evet, ve o babanıza der ki, bu çocuğun kanatlarını kırmayın. Yıllar sonra,  Sunay Akın kanatlarıyla bu kez Çanakkale semalarındandır ve biz Çanakkale Zaferi’nde sadece Nusrat Mayın gemisinden söz ederken o gökyüzünde Ertuğrul uçağıyla karşılaşır, bizi de tanıştırır…

Şu anda öyle kalakaldım seni dinliyorum. Ne güzel bir metafor yaptın, bunu ben de yapamazdım yani…olda karnınız acıkmasın diye de içine reçelli ekmekler koyarmışsınız. Bak bir terasta bir çocuğun yaptığı, hayal ettiği o uçağı alıp getirdin… Ve o çocuk uçmak istedi, o uçaktan yola çıktı, araştırdı… Ve Çanakkale Savaşı’nda Nusrat gemisi bilinir ama Ertuğrul uçağı bilinmezken bizi Ertuğrul’la buluşturdunuz dedin. Ne diyeyim ben, çok hoşuma gitti : ) Bunu duydum ya, ölsem gam yemem! Daha ne diyeyim sana ? Bana büyük bir armağan sundun sen. Ve de bunu Çanakkale’de, Çanakkale’de program yapan bir radyo programcısı olarak; Sevgili Güneş olarak anlattın. Güneş gibi doğdun kalbime… Çok teşekkür ederim sana.

1781580_10152074759593897_101335064_n

: )) Çok teşekkür ederim Sunay Bey, o kadar mutlu oldum ki… Sizden aldım ilhamı… Yalnız korkarım ki  söyleşimiz burada sona erecek çünkü ben Sunay Akın’dan bu sözleri işittikten sonra, bu  heyecanla bu kalp çarpıntısıyla daha fazla konuşabilir miyim, bilemiyorum : )

Sen zaten öyle bir söz söyledin ki şu anda, bunun üstüne hiç bir şey denmez. Benimle ilgili bir şey sorma, başka şeyler konuşalım. Burada artık üç nokta yan yana koyup …  (…) Bu kitap böyle biter.

Harikasınız! Çok teşekkür ederim, siz de bana müthiş bir hediye verdiniz. Çanakkale’yle devam edelim mi o halde? Bu şehirde yaşamaya başladıktan sonra özellikle dikkatimi çekmeye başladı ki, aslında bir çok hikayenizde var Çanakkale…Geyikli Park’da gördüm ki bu sulardan sadece savaş gemileri geçmemiş: Andersen’le masallar geçmiş, Kurşun Asker’e ilham vermiş. Şiirler geçmiş sonra, 8 yaşındaki Sabahattin Ali bakmış korku dolu gözlerle bu sulara ve bu boğaz; bir savaş oyunu olmuş çocuk Nazım Hikmet’le kız kardeşi arasında… Bu nasıl bir zenginliktir, Çanakkale ne demek sizin için?

Gerçekten benim kitaplarımda İstanbul’dan sonra en çok adı geçen, hatıralarıyla yaşanmışlıklarıyla Çanakkale’dir. Bak Trabzonluyum ama Çanakkale benim kitaplarımda çok vardır. Bunu çok iyi yakaladın, bravo. İki tane boğaz var dünyada, dünyanın harikası; Bir İstanbul Boğazı bir de Çanakkale Boğazı… Ondandır. Jeomorfoloji okudum. Yani bir boğazın oluşumunun ne büyük bir doğa harikası olduğunu yapısalcı olarak çok iyi biliyorum. Bundan kaynaklanıyor olabilir. Hani okuldayken yazarız yazarız defterimize, defter dolar, hiç yer kalmaz, yeni bir defterde onu temize geçeriz. İstanbul o kadar kötü hale geldi, o kadar katledildi ki… Sanki Çanakkale İstanbul’un yeniden temize geçilmiş hali gibi… İstanbul’u bitirdiler, siluetini yok ettiler. Beton beton hançerler sapladılar göğsüne… İstanbul ölmedi; direniyor ama Çanakkale çok daha güzel biliyor musun şu anda, bana öyle geçiyor. İstanbul’un  bundan 50 – 60 yıl önceki o güzel hali gibi geliyor. Biz ne yazık ki onu tükettik İstanbul’da. Çanakkale büyük bir şans. Çanakkalelilerden ricam; lütfen yaşadığınız kentin güzelliğini, değerini bilin, onu kirletmeyin. Bu doğa harikası, bu tarih harikası, dünyada tek benzeri İstanbul olan, bir başka benzeri olmayan şu güzel kentin kıymetini iyi bilin…

Üniversitenin, hoşunuza gideceğini ve destekleyeceğinizi düşündüğüm bir projesi var Çanakkale Zaferi’nin 100. yılında; “Şehitler İçin Bir Milyon Kitap”  Kentte dev bir kütüphane oluşturuluyor.

Çok güzel, çok doğru bir düşünce bu. Buraya mükemmel bir kütüphane kurulmalı. Hatta şu anda yaşadığımız günlerin değil, insanlık tarihinin en büyük kütüphanesi olmalı.  Müze anlamıyla da, Çanakkale Savaşı’nın tarihinin çok iyi anlatıldığı çok güzel bir müze var Çanakkale’de fakat müzecilik dediğimiz zaman ben sizi alıp Kiev’e götürürüm. Çünkü Kiev kenti, İkinci Dünya Savaşı’nda çok önemli bir rol oynamış. Hitleri durduran kent orasıdır aslında… Hitler Kiev üstünden Moskova’ya gitmeye çalıştı ama Kiev’i geçemedi. Bu yüzden sonradan Kuzey Avrupa yolunu denedi ve orada da kışa saplandı kaldı . Kiev’deki Direniş Müzesi’ne giderseniz, müzeciliğin ne demek olduğunu anlarsınız. Çanakkale’de böyle bir müze yok. Lütfen müzecilik ve Çanakkale konusunda duyarlı olan insanlar Çanakkale’ye nasıl bir müze kazandırmalıyızı gitsinler Kiev’deki müzede görsünler. İnanılmaz etkilenirler. Çanakkale’de verdiğimiz mücadeleyi, direnişi öyle bir müze diliyle anlatmalıyız ama ne yazık ki yüzüncü yıl için bunu yapmakta geç kaldık. Çok daha geç kalmayalım. İlerleyen yıllarda Çanakkale’ye kazandırmalıyız böyle bir müzeyi…

Aynı dilekle, gidelim mi İstanbul Oyuncak Müzesi’ne?Müzedeki oyuncaklar, biriktirdiğiniz tüm hikayelerin, kelimelerinizin, okuduğunuz binlerce sayfanın, yaşadıklarınızın bir özeti gibi sanki…

Doğru…

Bugüne kadar hep çok sevdiğiniz İstanbul’un hikayelerinin peşindeyken, Oyuncak Müzesi’yle o hikayenin bir parçası haline gelmek nasıl?

Ne mutlu bana… Bunu başarabilirsem ne mutlu. Müzeler toplumların 87504-oyuncak-muzeleri-birlesiyorhafızalarıdır, belleğidir. Ben müzeleri çok seviyorum. Hayatımın en mutlu saatleri, anları müzelerde geçti. Bir toplum; demokrasisini müzeleriyle var edebilir. Bir toplum müzeleriyle aydınlanır, kalkınır. Ekonomisini ancak müzeleriyle düzeltir, ilerletir. Yani insanlar, ülkeler önce zengin olup sonra müze açmadı, önce demokrat olup sonra müze kurmadı. Önce müze kurdukları için demokrasiyi var ettiler ve ekonomiyi de kalkındırdılar. Biz daha bunu anlayamadık, bunu göremiyoruz. İstanbul bugün dünyanın en büyük kentlerinden biri. Tarihi çok zengin ama müzecilik konusunda çok zayıf. Ben müzelerin, demokrasinin var olmasındaki yerini, önemini anlatmaya çalışıyorum. Bunun için de müzeler kuruyorum. Neden Çanakkale’de de bir oyuncak müzesi olmasın ? Antalya’da Gaziantep’de kurdum ama neden diğer şehirlerimizde olmasın? Biliyorum yolumuz hiç kolay değil ama biz bu yolda yürümekten de vazgeçmeyeceğiz. Dedim ya az önce de; ışığı karanlığa taşımaktan asla yorulmayacağız.

1992’de de o ışığı, Kız Kulesi’ne taşıdınız. “Atak” mıydı bindiğiniz teknenin adı? Kız Kulesi’ni şiirle işgal edip Şiir Cumhuriyeti ilan ettiniz

Aynen öyleydi, bir direnişti… Doğayı, tarihi eserleri korumak için Gezi Parkı bugün çok önemli bir süreç. İstanbul’un tarihi bir mekanı, parkı, hem de kentin merkezindeki parkı, alışveriş merkezi yapılmak istendi. Böyle bir şey olabilir mi?  Dünyanın bir başka demokrat ülkesinde böyle bir düşünceyi ortaya atana hiç birşey demezler, psikiyatriste gönderirler! Bu ciddiye bile alınmaz ama bizde ne hale geldi değil mi bu düşünce… “Parkı alışveriş merkezi yapacağız.” İnsaf denir! Biz 1992’de Kız Kulesi’ni AVM , kafetarya yapmak isteyenlere karşı direnmiştik. 1992 yılındaki ihalede Kız Kulesi şöyle tanımlandı: 900 metrekare inşaat alanı! Böyle bir şey olabilir mi? Bir kentin  tarihi eseri inşaat alanı olarak adlandırılır mı? Orayı Şiir Cumhuriyeti ilan edip orada sanat etkinlikleri düzenledik. Aslında İstanbul’un geleceğinin karanlık olduğunun habercisiydi o ihale… Ama biz o günden beri hala bu gün de İstanbul’un hatta Türkiye’nin, gerektiğinde dünyanın bir başka yerindeki doğayı ve tarihi eserleri korumak için her zaman yazıyoruz, çiziyoruz, direnişimizi gösteriyoruz. Bu bir erdem, marifet değildir. Bu; insan olmak meselesidir. Bu, demokrat olma, rantçılığa, ırkçılığa karşı çıkma meselesidir. Ama diyebilirim ki bunun yakın tarihteki ilk başlangıcını, Kız Kulesi’nde yaptık dediğin gibi 1992’de. Gerçi arkadaşlarımız pek okumadıkları için bunun farkında bile değiller. Bugün ben gülüyorum, sosyal medyada ‘Gezi Parkı’nda niye yoktun?’ Halbuki ben her gün oradaydım. Olayın çevre duyarlılığı, temel hak ve özgürlükler konusunda doğru bir istek olduğunu ve diyalogla çözülebileceğini anlatmak için öncülük yaptık. Bilmiyor ama gençler. Hem bugünü çok iyi tanıyamadıkları gibi bu işin başlangıcını da… Sadece Kız Kulesi değil ki, Galata Kulesi’nden tutun da Sultanahmet Cezaevi’nin otel yapılmasına da karşı çıkanlar hep bizdik. Bunları kitaplarda da yazdım. Lütfen genç arkadaşlarım çok okusunlar, onlardan ricam bu… Bundan sonra da tarihe ve doğaya yapılacak olan bütün rantçılığın, çıkarcılığın karşısında olacağız. Bu bizim insan olma sorumluluğumuzdur. Dilerim bir daha böyle şeyler yaşanmasın. Burada sorumluluk bizde. Biz ışık taşıdıkça bu sorunları çözeceğiz. Daha çok ışık taşımalıyız, karanlığın üstüne daha çok yürümeliyiz.

Geçtiğimiz günlerde büyük heyecan vardı İstanbul Oyuncak Müzesi’nde : )

4d4e13e61a4604ed_636x350Charlie Chaplin’e armağan edilen bir Şarlo oyuncağı vardır. 2014 Şarlo’nun doğuşunun; ilk Şarlo filminin çekilişinin 100. yıl dönümü ve böylesine anlamlı bir yılda, bir adet yapılıp Charlie Chaplin’e armağan edilen Şarlo oyuncağını İstanbul’a kazandırdık. Bu büyük bir olay biliyor musun? Bunu Finlandiya, Danimarka ya da İtalya’da bir müze alsaydı, inanın dünyayı ayağa kaldırırlardı ama bizim ülkemizde bu tam olarak algılanamadı.  Ancak kitap okuyan, aydın insanlar bunu farketti. Benim hep çabam bu… Bilgi konusunda olsun hafıza konusunda olsun ülkeme bir şeyler kazandırmak… Demiştiniz ya kitaplarınızla, müzelerinizle bir bütünsünüz diye… Galiba biraz öyleyim. Zaten ben yazdığı kitapların arasına, müzeleri de koyan bir insanım.  Kitaplarımdan ortaya çıkardım bu müzeleri…

Oyuncak da var kitaplarınızın arasında 

Bütün şiirlerimde, kitaplarımda, hikayelerimde hep oyuncak var, haklısın. İstanbul Oyuncak Müzesi dünyadaki örnekleri arasında en iyilerinden biridir ve müzecilik konusunda en güzel, en anlamlı ödülleri kazandı, finallere kaldı. Bu daha da devam edecek, çıtayı daha yukarı taşımalıyız.  Durağanlık yoktu, durduğun anda zaten tükeniş başlamıştır.

Sunay Akın çok sevdiği Kız Kulesi’yle Oyuncak Müzesi’ni tanıştırdı mı, yoksa birbirlerini  kıskanırlar mı?

İkisinin de ortak tarafı beyaz olmaları… Biz de Göztepe’de beyaz renkli, tarihi bir konaktayız. Kız Kulesi de beyazdı ama aslında başka bir renge büründürdüler onu, o çok ayrı bir konu. Bir kentin tarihi eserleri müze olmalıdır. Haydarpaşa Garı örneğin… Haydarpaşa Garı bir gar olarak kalsın, hizmeti sürdürsün ama atıl kalan boş kısımları varsa onu da müze yapalım. Haydarpaşa Garı’nı  kongre merkezi, otel yapmak isteyenler var ama onu müze yapmak kimsenin aklına gelmiyor. Bütün mesele burada oysa… Bir ülkenin tarihi eserleri müze olmalıdır. Hiç kimsenin çıkarlarına, rantına eşlik etmemelidir

Sunay Bey iyi ki o sünnet fotoğrafı çekilirken elinize verdikleri oyuncak gemiyi sonrasında geri almışlar da onun peşinde giderken topladığınız oyuncakların hepsi Oyuncak Müzesi’nde şimdi… Sizin en sevdiğiniz oyuncağınız hangisi?

Çocukluğumda en sevdiğim oyuncağım, denizaltımdı. Ama oyuncak denizaltını olmadı, onu ben yaptım. Pek çok denizaltı yaptım oyuncak… Trabzon’da Ganita diye bir yer vardır. Trabzon’un bütün çocukları orada yüzme öğrenir. Annem bizi oraya götürdüğünde, ben oyuncaklarımı da götürürdüm; ilaç kutularından yaptığım oyuncakları… Arkadaşlarıma derdim ki, ben denize dalacağım, siz oyuncak denizaltılarını yukarıdan suyun üzerine bırakın. Giderdim denizin dibine, yani bu dediğim de 2 – 3 metre falandır, orada tutunurdum kayaya; oyuncak denizaltınların önümden denize dalışını seyrederdim. Çok hoşuma giderdi. Böyle garip garip oyunlar oynardım ben : )

10000066_10152074759513897_419245111_n

Hep dersiniz ya oyuncak çocuğun hayallerini büyütür, yaratıcı düşünmesini sağlar, keşfettirir ama biz oyalansın diye veriyoruz ellerine diyeŞimdi oyuncak bile değil, ekran veriyoruz küçücük çocukların eline!

Maalesef… Çok tehlikeli. Oyuncakla oynayan çocuk, bir filmin yönetmeni, senaristi ve oyuncusu gibidir.  Kendine en iyi rölü verir; baş rolü verir. Hayalleriyle vardır. Bilgisayar oyunlarıyla oynayan çocuk ise labirentin koridorlarında peyniri bulduğunu sanan faredir. Oysa labirentin koridorlarında peynire giden bir tek yol var; onu da oraya ben koydum. Fare hiç bir şey bulmaz, fare hiç bir şey başaramaz. Bilgisayar oyunlarıyla başardığını sanan çocuk, o fareden farksızdır. Lütfen çocukları kobaylaştırmayalım, hayallerini öldürmeyelim. Bu konuda anne ve baba çok önemli… Çocuğun bunda bir kabahati yok. Çocuğun zaten ne kabahati var ki? Çocuğun, gencin kabahati olmaz. Bütün sorun, anne ve babalarda, bizdedir yani… Biz doğru yönetirsek, çocuğun yanında olursak, onu bilgilendirirsek bu sorunları çözebiliriz. Yasaklar koyarak da değil ama; yanlışa yanlış, doğruya doğru diyerek, çocuğu doğruya yönlendirerek kazanabiliriz.

Sunay Akın, şahanesiniz, yine o kadar güzel şeyler anlattınız ki bize, ışığınızı içimize, yolumuza taşıdınız.  Çok teşekkür ederiz. Son bir soru; politize edilmiş hayat nasıl aşılır ?

Sana çok teşekür ediyorum. Sen biliyorsun bu sorunun yanıtını, çünkü sen okuyan, aydın bir insansın. Benim taşımaya çalıştığım ışığı da çok iyi tanıyorsun ve bunun nasıl olacağını biliyorsun. Ben bunu yazıyorum, bunu anlatıyorum. Eğer şimdi de bu konuda bir şey söylememiz gerekirse; okusunlar. Çünkü sen, beni okuduğun için bugün karşımdasın ve bu röportajı yapıyorsun. Bütün kitaplarım, bu sorunun yanıtı içindir. Okusunlar ve dama oynamayı bırakıp, satranç oynamaya başlasınlar. Dama da amaç, taş yedirmeden taş yemekse satrançta amaç; bilgiyle hamle yapmaktır. Yani günü kurtarmaktan vazgeçip hamleye dönerlerse ki bunun da tek yolu okumaktır, biz o zaman bu ışığı ülkemize taşıdık demektir.

SUNAY%~1

Çanakkale Belediyesine, Kültür Sanat Birimine, Banu Saman’a, Can Adıgüzel’e, Osman Cevizci’ye, Gökçe Güzel’e, Kampüs FM’e,
Işık Teoman’a ve Çiğdem Özcan’a çok teşekkür ederim.
Ve bir kez daha, yıllardır kitaplarıyla, anlattıklarıyla, hayata bakışıyla, bu çok özel buluşma ve röportajla yoluma kattığı ışık için, verdiği ilham ve ömür boyu saklayacağım, ondan duyma onuruna eriştiğim çok kıymetli sözler için sevgili Sunay Akın’a… Sonsuz teşekkürler… 

Hüsnü Arkan:”Ya Don Kişot gibi bakarsınız hayata; ya da Sancho Panza”

Standard

Ben kuşlardan da küçüktüm, bir gece vaktiydi. Teybimde ilk kez Ezginin Günlüğü kaseti, elimde şarkı sözlerini takip ettiğim kartoneti; “Biz bu denize ne zaman girdik en son, ne zaman Martıların kanadına bindik hocam, o zaman” …         Devamında, çocuklara yasaklar koyduğun zaman  büyüyeceğini anlatan müziğine çocuk sesleri karışan, “Fayton”dan bir masal… İlk albümdür “Ebruli” beni “Ezginin Günlüğü”nün sayfalarına bağlayan. 32 yıldır tutulan bu çok ezgili günlüğün yarısına, yüze yakın şarkı sözü yazdı Hüsnü Arkan.

husnuarkan Sevdiği şairlerin dizelerine kendi ezgisini de kattı çoğu zaman… Sevgi, özlem, deniz, şehir, bahar, hüzün,umut,mutluluk, özgürlük, yalnızlık, kalabalık, sakin bir coşku sinen naif ses rengiyle, dinleyenlerinin ve yakın tarihimizin günlüğünde de yer etti; not alındı bir kenarına hissetikçe, yeri geldikçe sözleri… Hüsnü Arkan, ezginin peşinde süregelen yolculuğuna tek başına devam etme kararı aldı 2010’da. Yeni yolunda yine sevdiği şairlerle müzisyen arkadaşları eşlik etti ona, ilk solo albümü Bir Yalnızlık Ezgisi’nden 20 yıl sonra çıkardığı Solo’da.. Son albümü “Yalnız Değiliz” geldi.  İlk single’ı 5 Mayıs’dan sonra da Hüsnü Arkan devam ediyor söz ve müziğiyle zamanın günlüğü tutmaya. Ve kitaplarıyla… ‘Hiçe Doğru’ adlı şiir kitabı ve insan’a dair beş romanına yenisi ekleniyor; “Hırsız ve Burjuva” bugün itibariyle raflarda… 7 Aralık Çanakkale konseri öncesi buluştuk Hüsnü Arkan’la, dinleyicilerinin Ekşi Sözlüğe sıklıkla yazdıkları, bir gün onunla karşı karşıya oturup sohbet etmeyi  düşledikleri bir sofra başında : ) Çıkalı bir yıl olan son albümüne, son şarkı sözlerine dair sorulabilecek ne varsa sorulmuş daha önce, istesek ulaşabiliriz hepsine diye verdiği yanıtlardan yola çıktım ben de. Daha yakından tanıyabilmek hevesiyle. Elçi olduk dinleyenlerinin gönlünden geçenlere. Kampüs FM Program Koordinatörü Osman Cevizci de katıldı bize. Konu konuyu açtı; geçmişten günümüze hızla karıştırdık Hüsnü Arkan’ın günlüğüne aldığı notları, birlikte çizdik bazı cümlelerin altını… O müzikle, şiirle, edebiyatla düşüncelerini paylaştıkça dilerim; Hüsnü Arkan’ın günlüğünden kendimizi okumaya daha uzun yıllar devam edelim. DSCF6223 Baktığımız zaman 26 yılın güncesine; yurt dışında arkadaşlarınızla kurduğunuz Hezarfen adlı müzik grubu, ardından ilk solo albümünüz “Bir Yalnızlık Ezgisi”, Türkiye’ye döndüğünüzde başlayan ve 17 yıl süren “Ezginin Günlüğü” hikayesi, arada Destur adlı projeyle çıkan “Deli Bu Dünya” albümü, son üç yılda da gruptan ayrıldıktan sonra Solo ve Yalnız Değiliz… Bütün bunlarla neye ve nasıl evrildi Hüsnü Arkan’ın sözü, müziği?

Siz söyleyince şimdi 26 yıl diye ben de düşündüm, belki biraz daha fazlasıdır, üniversitedeyken başlamıştım çalıp söylemeye. Yaklaşık 30 yıl oldu hakikaten bir biçimde… Öğreniyoruz hep birlikte. Ben de hayattan öğreniyorum, müzikten, başka şeylerden… Önemli olan hayatta öğrenme ilgisinin kaybolmaması. Ona gayret ediyorum. Çalıştıkça, ürettikçe, iş çıkardıkça, yeni insanlarla, müzisyenlerle tanıştıkça  bir daha iş yapasınız geliyor ( gülüyor )

Yıllarca vokalisti olduğunuzdan da belki, Ezginin Günlüğü siz, siz de Ezginin Günlüğü olmuştunuz dinleyici nezdinde… Bu ayrılığın sebebi sorulduğunda size, yolu değiştirme gereğinden bahsetmişsiniz… Şimdi o yolun neresindesiniz?

Müzisyenlerin yaptığı bir iş var; müzik yapıyorlar. Bu bir meslek. Bununla ilgili olarak ben, kapasitem kadar ve ya kapasitemi zorlayarak iş yapabilirim. Bu da tek iş; bildiğim… Edebiyat yanım da var, ikisini birlikte sürdürmeye çalışıyorum. İnsan bildiği bir işi yaparken, zaman zaman sıkılabiliyor. Hayat biraz çekici olmalı… Hayatın çekici hale gelmesini engelleyen şeyler varsa; kaldırabilmeli insan ortadan onları… Ben de buna gayret ediyorum. Kaldırdıkça da başka yollar açılıyor; oralara sapıyorsunuz ve oradan yürüyorsunuz. Bu yürüyüş başarılı olur, olmaz ya da dirayet edersiniz, sebat edersiniz, üstüne gidebilir; devam eder ya da vazgeçersiniz. Böyle seçenekler çıkar karşınıza… Ben devam ediyorum.

Hala şaşıranlar var gruptan ayrıldığınızı duyduklarına… Sizce dinleyici alıştı mı yeni duruma?

Dinleyici Ezginin Günlüğü’nü de beni de dinliyor; bunu biliyorum. Sonuçta bizim ortak bir dinleyicimiz var. Dinleyicinin alışkanlıklarıyla çok ilgilenmiyorum açıkçası… Hasbelkader bir hayat yaşıyoruz burada; hepimiz tesadüf çocuklarıyız. Bu tesadüfü doğru değerlendirmek; kafanıza göre değerlendirmek çok önemli… Ne yapmak istiyorsanız özgürce düşünüp özgürce davranmalısınız. Bu özgürlüğe engel olan ne varsa da ortadan kaldırmalısınız. Böyle yaşarsanız mutlu olabilirsiniz. Benim de kendi mutluluğum için bütün bu yaptıklarım ( gülüyor )

Röportaja hazırlanırken sözlüklerde okuduğum yorumlara bakılırsa mutlular solo şarkılarınızla da…

Umarım öyledirler… Eyvallah… DSCF6217 Aldığınız hukuk eğitimi, politika, gurbet, gitme sebepleriniz, dönme sebeplerinizle mi yerleşti insan, hürriyet, özgürlük gibi kavramlar sanatınıza? “Eğilin” şarkısını yazdınız Gezi’den sonra da… Yakın geçmişi nasıl okuyoruz biz Hüsnü Arkan’ın müziğinde, kitaplarının satır aralarında?

80 sonrası kuşakların bunu doğrudan anlayabileceklerini sanmıyorum. Belli deneyimlerle anlaşılabilecek şeyler bunlar… Ancak Gezi olaylarından sonra, ‘yeni dönem’ diyorum ben buna, biraz daha kolay anlaşabiliriz gibime geliyor yeni gelen kuşaklarla… Çünkü bu; kendiliğinden olan bir şey değil. Tek başınıza çıkıp sivri laflar edebilirsiniz ama bunun toplumsal alt yapısı yoksa, yani toplum sizi beslemiyor, fikirlerinize katılmıyorsa hiç bir şey olmaz. Bizim gençliğimizi yaşadığımız 70’li yıllarda bir siyasi dalgalanma, nispeten bir siyasi özgürlük ortamı vardı. Biz onların ürünleriyiz; benim gibi olan, o ortamda büyüyen pek çok müzisyen, yazar, şair var ülkede… O ortamda yetişmenin nimetlerinden faydalanıyoruz aslında.. Görüşlerimizi dilediğimiz gibi ifade ediyoruz ve kafamıza uygun olmayanları da eleyip ifade ediyoruz. .Bu konuda bir sıkıntımız olmadığı için belki biraz başka bir yerdeyiz, başka bir bölgesindeyiz.

Bir röportajınızda “Muhalif şeyler söylemek için Türkiye’nin son yıllardaki durumu fazlasıyla ilham verici bir hale geldi. Bunu kendi kelimelerimle ve kendi tarzımla sürdürebilmenin yollarını arıyorum.” demişsiniz…

Çok muhalif sesler çıkaramıyoruz öyle, çünkü baskı altında her şey… Çıkaranların başına neler geldiğini, haberlerde çok sık geçmemekle birlikte internet kanallarıyla izliyoruz. Gezi sürecinde yaşananları hepimiz biliyoruz. Bu mücadele biraz da özgürleşme sorunu, aslında bütün tarih boyunca olan şey bireyin özgürleşmesi sorunu… Bireyin özgürlüğünden bahsedemiyoruz, bu tuhaf geliyor insanlara… Bu mücadele kapsamlı olarak ne kadar büyürse, o kadar özgürleşecek insanlar… Bir de her şeyi bilen insanlarla savaşıyoruz; parayı bilmesi yetiyor her şeyi bilmesi için insanların. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu mücadeleye değişik yanlarıyla, değişik kesimlerden pek çok insan katılıyor ve katılacak, bunun önüne geçmek de mümkün değil. Çünkü bilgi de herkese kolay ulaşıyor bugün. Saklayabiliyorsunuz ama ne kadar saklayacaksınız? Tuhaf bir durumda yaşıyoruz…

Siz nasıl yer alıyorsunuz peki 70’erin Türkiye’sini de bilen, etkilenen bir yazar, müzisyen olarak bütün bu gelişmelerde?

Benim işim, birey için özgürleşmenin sağlanması, onun arttırılması… 70’lerden bu yana pek çok şey değişti. Gezi’deki tepkiyi gördüm ve geçmişte bizim gösterdiğimiz tepkiyi de biliyorum. İkisi arasında ciddi farklılıklar var, ciddi benzerlikler de var. Nasıl muhalefet edileceğini insanlar süreç içinde öğrenecekler, ki biz de öğreniyorduk ve hala da öğreniyoruz. Bunun bir bilgisi yok, bir kitabı yok çünkü … Elinize kitabı alıp ben şimdi bunu yapmalıyım, bunu öğrenmeliyim gibi  bir durumla karşı karşıya değiliz siyasi mücadelede… Bakıyorsunuz, öğreniyorsunuz ve duruma göre hareket  ediyorsunuz. Politika geliştirmeyi başarabilmek önemli… Herkesin yapabileceği şeyler vardır ve insan ne kadar yapabileceğini düşünüyorsa o kadarını yapabilir. Tek başınıza bir şey yapamazsınız, ancak kitlesel boyutta bir siyasi hareketin içindeyseniz, o zaman siyasete katkınız olabilir ama bu doğru bir hareket olmalı. Bugünün meclisteki muhalefeti gibi olmamalı, çünkü hemen hemen hiç birşey yapmıyorlar. Bizim bireysel katılımlarımızı biraz sosyal yaşam belirliyor. Bir şeyler söylersiniz, yaparsınız ama bir etkiniz olmaz yıllarca, ki biz onu yapıyoruz yıllardır… Ama siyasi hareket canlandığı, bir kıvılcım çaktığı zaman orada etkileriniz görülmeye başlar. Bizim için de böyle… Etki yapmayı sürdüreceğiz. Sonuçta şarkıcıyız, şarkı yazıyoruz; bu yolla bir katılımda bulunabiliriz. Katılmaya da çalışıyoruz.

“Bir ilk yaz sabahında uyanan bütün çiçekler, birleşin” diye bitiyor “Eğilin” şarkısı…

Birleşme gibi bir persfektifim yok, öyle bir şeyi mümkün görmüyorum, hele yakın gelecekte ama herkes bir yerinden tutup bu işin içine girmek zorunda. Çünkü herkes bundan bir nebze de olsa zarar görmüş durumda hayatında… Sokağa çıkınca insanların neye dönüştüğünü görüyorsunuz. Bir taksiye biniyorsunuz, lokantaya giriyorsunuz, farklı izlenimlerle ayrılıyorsunuz. İnsanlar çok kolay değişiyor ve dönüşüyor.

Son albümünüzün ismi “Yalnız Değiliz” Yalnız mıyız, değil miyiz?

Yalnız değiliz tabii ki, niye yalnız olalım? Yalnızlık benim sevdiğim bir şeydir; çalışırken, okurken tercih ederim yalnız olmayı… Toplumsal yalnızlık kötüdür. Farklı düşünen insanların bir kenara itilmesi ve kendilerini yalnız hissetmesi kötüdür.

Yine aynı albümde tutuklu gazetecilere selam gönderdiğiniz “Ne Güzel” şarkınız için Uçurtmayı Vurmasınlar filmiden görüntülerle bir klip hazırlanmış internette… Diyorsunuz ya şarkıda “Cümleten İçerdeymişiz Meğer Serçeler Gibi” ne düşünüyorsunuz otosansür konusunda?

Otosansürü medya yazarlarına sormak lazım var mıdır yok mudur ki çoğu olduğunu söylüyor zaten sorulanlar da. Benim öyle bir sorunum yok, olmaz da sanıyorum.

Edebiyattan bahsedelim mi birazda? Şiir kitabınıza ve yüzü aşkın şarkı sözünüze rağmen size şair denmesinden hoşlanmıyorsunuz okuduğum kadarıyla…

Şair değilim, çünkü şairlerin nasıl yaşadıklarını biliyorum. Çok şair arkadaşım var benim, günün 20 saati şiir düşünüyorlar. Ben öyle değilim. Bir şiir kitabım çıktı, bir tane daha çıkabilir en fazla hayatım boyunca…

Yazar kişiliğine, müzisyen kişiliğine nasıl üleştiriyor Hüsnü Arkan duygularını, fikirlerini? Nasıl seçiyor onları paylaşacağı hali?

Öyle ayrı ayrı kişiliğim yok tabi, şizofren falan değilim. Benim bir tane kimliğim var; o da adım ve soyadım. Onun önüne arkasına koyacak bir şeyim yok benim. Bir iş yapıyoruz sonuçta; müzik yapıyoruz. Bir yandan da roman yazıyorum. Bunları sürdürürken öyle kimliğe, o tarz şeylere çok fazla ihtiyaç yok aslında… Yazmasaydım ne olurdu? O benim sorunum olurdu, yazamamak… Yazmasaydım duramazdım. Siyasete bulaşmamış olsaydım, yurt dışına çıkmasaydım ya da cezaevinde yatmasaydım başka türlü bir hayatım olurdu.  Ben de bugün Çanakkaleli bir avukat ya da bir savcı olarak sokaklarda geziyor olurdum. Bunların çok fazla bir önemi yok; önemli olan yaptığımız iş. Kişiliklerimizin burada çok belirleyici  şeyi yok. Zaten yalıtık yaşamıyoruz ki, toplumsal bir yığın etki içinde yaşıyoruz. Bir yığın şeyden etkileniyor insan… Çevresinden, yakın arkadaşlarından… 70’li yıllarda bir siyasi gruba değil de başka bir siyasi gruba gittim. Neden gittim, bugün kafamda çok olarak belirgin değil bu yanıt çünkü arkadaşlarım oradaydı, o yüzden gittim . Çevre belirliyor bazı şeyleri…

Röportajlarda size hep şarkılarınızdaki karamsarlık sorulmuş  ama bana hiç de karamsar gelmiyor sizin şarkılarınız . Bahar boyunca radyo programımda aşkı, ümidi, sevinci sizin şarkılarınızla çağırdık…

Bana da öyle gelmiyor : ) Bilmiyorum ben hiç karamsar bir şey yazdığımı düşünmüyorum. Karamsarımdır; gelecek konusunda ama bunu şarkılarda yansıttığımı sanmıyorum. DSCF6215 Dinleyenleriniz sizinle arkadaş olmak, hatta bir rakı sofrasında sohbet etmek istediklerini yazmışlar sosyal medyada… Eminim çok kıskanırlardı şu anda onların hayal ettiği tarzda bir masada bu röportajı yapıyor olmamıza: ) Eskişehir’de bir konser sonrasında otelde değil de bir öğrenci evinde kalmayı tercih ettiğiniz de aktarılıyor kuşaktan kuşağa : )

Robin Hood’lar yaratmaya, bu adam bizden demeye çok uygun bir toplumda yaşıyoruz. Robin Hood demeyeyim de ‘kahraman’ yaratmaya uygun bir toplumda yaşıyoruz.  Ben o gün o arkadaşlarda değil de otelde kalmayı tercih ederdim. Hasbelkader bir şey oldu, tamam kalırım dedim, ne yapıyım?

Şehir efsanesi gibi anlatılıyor hala : )

İyi bir şey değil bu tür hikayeler yaratmak, ne diyeyim, yaratsınlar… İyi şeyler değil çünkü buralardan yalnızca ben değil; bir yığın kahraman çıkıyor.Onlar seviyorlar kahramanlığı bir de; o kötü… Ben sevmiyorum kahramanlığı …

Sandıkta bekleyen kayıtlar, müziğini arayan yeni mısralar , yeni şarkı sözleri ne zaman bir araya gelecek yeniden peki?

Herhalde 1,5 – 2 yıl içinde yeni bir albüm yaparız, çalışıyoruz.

Yine bir röportajdan; Don Kişot gibi mi bakarsınız hayata?

Don Kişot gibi bakıyorum diye ben demedim; onu röportaj verdiğim biri söyledi (gülüyor ) İki tane yolu var bu hayata bakmanın…  Hayata ya Don Kişot gibi bakarsınız; düşmanlarınızı görürsünüz; ya da Sancho Panza gibi bakarsınız dedim. Üçüncü, dördüncü yol da mümkündür ayrıca ama esas iki yol budur: Ya herşeyi kabul edersiniz ya da herşeye isyan edersiniz . Don Kişot gibi bakmak derken buydu hikaye orada… Benim de herşeye isyan ettiğim söylenemez, bazı şeyleri kabul etmek zorunda kalıyorum artık. Bütün bunlar yoruyor bazen, bu hikaye böyle diyorum. Don Kişot gibi yaşamak, hayali de olsa düşmanlar görmek, biraz paranoyak olmak iyidir diye düşünüyorum; çünkü düşmanlarımız var. Çok da uzakta değil düşman; bizim özgürlüğümüzü kısıtlayanlar… Bu kadar basit bu olay…

Uyku isimli kitabınızdan küçük bir bölüm: … “Bence her insan iki kişidir. Birincisi önden gidip yolu açar ama belki de kapatır; emin değilim. Öteki bazen irkilerek, korkuyla; bazen de umut ederek onun peşine takılır. Artık önümde biri yok; kimsenin peşinden gitmiyorum. Biz, iki kişi, yıllarca birbirimize bakmaktan, birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.

O biraz karakterle ilgili… Karakterin problemi o, benim problemim değil : )

O zaman karakterin bu problemi beni çok etkiledi… Siz ne yaptınız  önden giden o “diğer” kişiyi?

Ben de hayatımda çok kez seçeneklerle, hangisini seçmeliyim diye düşündüğüm farklı yollarla karşı karşıya geldim. Birisini seçersiniz, başka bir kişi olursunuz; diğerini seçtiğinizde ilerde başka bir kişi… Ben bu kişi oldum; çünkü bir yol seçtim. Ötekini seçseydim ne olurdum, aklım kalmadı doğrusu… Çok önemli gelmiyor bugün açıkçası ne olurdum, ne olacaktım… Sonuçta geldiğim nokta önemli… İnsanın karşısına gençlikte böyle yol seçimleri çıkıyor ve bir yol seçiyorsunuz. Ne olacağınızı birtakım kararlarınız belirliyor. Önemli olan o karar aşamasına gelene kadar sizlerin iyi yetişmiş olması, iyi eğitim alması… Bizler iyi yetişmedik gördüğünüz gibi (gülüyoruz : )

Şairlerin dizeleri de sık konuk oluyor müziğinize… Fatih Kısaparmak’ın yorumladığı Abbas’la sizin Luxus’la birlikte yorumladığınız Abbas’ın Cahit Sıtkı Tarancı’nın aynı şiiri olduğunu anladığımda çok şaşırmıştım! Aynı tema ama anlatım ne kadar farklı…

Ben anlatmadım onu; düzenlemesini Luxus yaptı, beraber söyledik. Güzel de oldu bence…

Seçtiğiniz şiirler nasıl bir hisle yeniden şekilleniyor müziğinizin rengiyle?

Valla ben birşey hissetmiyorum, bu bir iş… Daha doğrusu işi yaparken; yani masanıza oturup çalışırken birşeyler hissediyorsunuz tabii, hissetmeden bu iş olmaz ama iş bittikten sonra ben artık  birşey hissetmiyorum . O bir şarkı ve o bir iş. Şarkıyı söylüyorsunuz, dinleyenler beğenecek mi beğenmeyece mi diye merak ediyorsunuz, dinleyiciyle bir iletişime geçiyorsunuz ve orada gerçekleşiyor bunun iş kısmı. Türkiye bir şiir ülkesi ve beni mutlu eden şey, o sevdiğim şairlerle bir ilişkim olmuş oluyor. Onlar benim insan olarak da sevdiğim şairler… Can yücel, Cahit Sıtkı…  Benim için olumlu ve hayatımda hep örnek figürler…

Osman Cevizci: Konser için gittiğiniz şehirlerdeki gözlemlerinizi merak ediyorum ben… Nedir hal-i pürmelali?

Şehir yerleşimi olarak heryer güzel İstanbul’un dışında… Burası da güzel, Eskişehir de, Konya, Kayseri de çok güzel ama İstanbul biraz da fazla yaşamış olmanın, günlük yaşamın hengamesinin içinde çok güzel gelmiyor artık bana… Tamam tarihsel dokusuna ilginiz, merakınız varsa gider kovalarsınız ama çok da yaşanacak yer olmaktan çıktı İstanbul…

Osman Cevizci: İstanbul’da 12 yıl süren radyo mesaim var. Bazen özlüyorum…

Özlenir tabii ama özlediğin şey şehir midir, arkadaşların mıdır ilişkilerin midir? Ben hala 70’lerin Ankara’sını özlerim çünkü arkadaşlarım vardır, gençliğim orda geçmiştir.

Osman Cevizci: Sabah nefret ettiğim, akşam sevdiğim şehir İstanbul…

Ah işte öyle, kah öyle kah böyle : ) Sürekli şekil değiştiriyor şehir…. İstanbul çilelidir ve o çileyi de anlatıyoruz şarkılarda…

Martılar, adalar, şehirler, gemiler, yelkenler, geçiyor Hüsnü Arkan’ın şarkı sözlerinden… En çok da Deniz; hepsinin içinden: )

Şairlerin değişik imgeleri vardır. Biri bir şey takar ve iki şiirinde bir onunla ilgili imgeler kullanır. Benimki de öyle anlaşılır herhalde… Ben kendimi anlamak istesem öyle anlarım; bu adam takmış denize martıya yelkene falan diye : ) Şarkılarda da vardır deniz çok eskiden beri… Klasik Türk Müziğinden tut 60’lar sonrası pop müziğine kadar… “Deniz ve Mehtap, sordular seni…” Oradan başla yani : )

Çok keyifli bir sohbetti Hüsnü Arkan, çok teşekkür ederiz. Son bir soru; Hepimizde farklı ve kocaman bir yeri var ya “Düşler Sokağı”nın; Sizin için anlamı ne”Hacıyatmaz” ın? : )

Biliyorsunuz bir oyuncak Hacıyatmaz. Çok eski bir şarkı o : ) Benim çocukluğumda vardı, hala var mı bilmiyorum. Çocuklukla alakalı bir şey ama benim için şu anda bir şey ifade etmiyor. Şu anda çok daha gerçek bir Türkiye var benim kafamda. Ona ilgi duymaya çalışıyorum.

Birsen Tezer’le, değişerek devam eden hikayelere bir ses bıraktık… “Bizi biz yapan; yaşadıklarımız.”

Standard

Çanakkale’ye geleceğinizi öğrenince müthiş heyecanlandım
Sesi Ortaçgil şarkılarına değmiş iki şahane kadınla röportaj yapmıştım;
‘Trio’ sizinle tamamlanacağı için çok mutluyum diye başladım söze,
Biliyorum, okudum mailinizi dedi ışıl ışıl gözleriyle…
Bu güzel tesadüf ikna etmiş olmalı onu diye düşündüm söyleşiye
Bülent Ortaçgil’in enerjisi vardı demek bizim hikayemizde de: )75328_10151423402217502_242680677_n
Birsen Tezer’in evvel zaman içinde gerçeğe dönüşen hayalinde de..
Yön değiştirip müziğin peşine düşmesinde,
müziğini anlatacak sözlerin en iyisine ulaşma hevesinde,
Emekle, sevgiyle, kendinden ödün vermeden usulca ilerlerken
kanunundan yükselip sesini bütünleyen müziğiyle,
23 yıl biriktirdiklerini nihayet Cihan’a salma cesaretinde…
Hayatın anlamının peşinde
hayalinin rehberliğinde koşanlara yol hoş tesadüfler, sürprizler gizler ya;
En yakın arkadaşlarından biri oluyor Bülent Ortaçgil Birsen Tezer’in zamanla
Konuk müzisyen olarak yer alıyor çok değerli müzisyen arkadaşları da İkinci Cihan’da…
O albümde Ortaçgil’in Birsen Tezer için yazdığı bir şarkı bile var hatta;
‘Birsen bir duysan, her şeyin sesi var
yazılmadı daha en güzel şarkılar’ …

Birsen Tezer en güzel şarkıları anlatıyor Ortaçgil sinmiş sözleri,
müzisyen arkadaşlarıyla müthiş enerjileri, yılların demiyle iyice lezzetini almış müziği,
büyüleyici sesi ve bizi bütün bu sen’foniye çeken elleriyle…
Kendinden sonra gelenlere hoş bir seda bırakma niyetinde, belki ışık olur diye…

Müziğine, hayaline, hikayesine, dinleyenlerine ve Birsen’e dair çok özel bilgiler paylaştı Birsen Tezer bütün içtenliğiyle konser öncesinde…
Doyamadım onu ne sahnede ‘izlemeye’ , Gürol Ağırbaş’ın gitarını dinlemeye,
ne de kahkahalarla renklenen sohbetimize…
Çocuklarım diye bahsettiği dinleyicilerinin de enerjisiyle keyfi çok yerinde,
umutlu son zamanlardaki genel değişimden de…
Gülümseyerek düşünüyorum bitirirken ön yazıyı da; o tam bir yay burcu kadını,
kim bilir neler değişti bana anlattıklarıyla ilgili röportajımızdan bu güne : )
Değişmeyen tek şey, büyüleyici güzel sesi, kaliteli müziğiyle, naif enerjisi, gülümseyişiyle
değdiği hayatlarda bıraktığı kocaman iz olsa gerek; yürünen bu bilinmezde…

Belki de en güzeli böyle…

1512565_465718026866213_2025733933_n

Ankara’ya,maddenin moleküllerinin, formüllerinin peşine düşmek üzere çıktınız yola; kimya mühendisi olacakken kalbinizden gelen sesi dinleyerek düştünüz müziğin simyasının ardına…
27 yıldır deney’imlediklerinizde cesaretin, tasadüflerin, emeğin, sevginin ve bizim bilmediğimiz bileşenlerin oranları nedir; Birsen Tezer’in  yolculuğunda, müziğinde nasıl bir formül gizlenir?

Örnekler olmadan yol izlemek mümkün olmuyor aslında…
İlk önce örnek aldığımız insanları seçmek önemli. Onların duruşları ilham kaynağı oldu biraz da bana… Çünkü zaman geçtikçe sevdikleriyle nasıl buluştuklarını an ve an, bizzat gördüm. Benim de içimde de öyle bir nüve var.  Biraz dikbaşlılık var. İnandığın şeyden vazgeçmemek, eğer okuılunu okuduysan; daha azına tamah etmemek… Aslında bütün hepsinin kökeninde; şöhret, koltuk, iktidar, para pul gibi dünyevi şeylere değer vermemek… Bunları düstur edindikten sonra, işiniz gayet kolay oluyor ve çok özgür hissediyosunuz kendinizi… Gönlümün dediğinin peşinde gittim şimdiye kadar… Bence formül bu…  

Tam bir yay burcu kadını! : )

(Gülüyor) Doğru, doğru : ) Riske atılmaktan çekinmiyorum, eğer inandığım şeyin doğultusunda ise balıklama atlıyorum içine… Şimdiye kadar da hiç hayal kırıklığına uğramadım, güveniyorum önsezilerime…

Ve ne güzel ki; yola çıkarken ilham aldığınız müzisyenlerle birliktesiniz şimdi…

Evet, en sonunda… Bu çok gurur duyduğum birşey, bir mükafat benim için. Eğer bu şekilde duramasaydım, yol yakınken vazgeçseydim zaten onların arkadaşları olamazdım. O yüzden şimdi keyfini çıkartıyorum: )

Bir röportajınızda demişsiniz ki;  ‘Çoğu müzisyenin onun gibi yazmayı düşleyip, çıtasını yükseltip; belki de bu yüzden 23 sene beklediği, ertelediği bir müziğin peşinden koşma halidir Ortaçgil müziği… ‘ 

Bilinçli bir bekleyiş değildi bu. Şunu anladım ben; hiç kaygı duymadan, formülize etmeden olduğu gibi, o hali anlatmayı seçmek… Aslında yaptığınız iş ne olursa olsun, eğer tamamıyla içinizden geçenleri aktarmak adına duruyorsanız; kendi çıtanızın ötesine geçmeye çalışıyorsunuz demektir, kendi kendinizle yarışmanız gerekiyordur. Benim de yaptığım o oldu. Tabii ki örnekler yarışın bir parçasıydı ama onlarla yarışmak değil aslında onların yollarına yaklaşmak, onu elde edebilmek kendi içinde…

Size hep demişler ya 23 yıl beklediniz, neden beklediniz diye… Bence o bekleme değil de yürüme haliydi ve yol ilk albüm Cihan’la şekil değiştirdi…

Aynen öyle, bravo ne güzel çözümlemişsiniz : )

Çok mutlu oldum ( aslında havalara uçtum : ) Albümleriniz caz etiketli raflarda duruyor  fakat Klasik Türk Müziği eğitimi aldınız, caz da var pop da türkü de müziğinizde… ‘Cihan’ sadece siz ve müzisyen arkadaşlarınızın dünyası değil sanırım anlam itibarı ile ?

Çok şey barındırıyor içinde… Cihan hem içinde yolculuk ettiğimiz küre, hem beş tane insanın dünyasının o kürenin içinde yer alması, birbirlerinden etkilenmesi, müziği o etkileşimle ortaya çıkarması…  Çünkü bu benim müziğim değil sadece, o beş insanın da müziği…
İkinci Cihan’da da öyle… Stüdyoya hep birbirimizi dinleyerek, bir gün sonra ne yaşayacağımızı bilmeden ama o yaşayacağımız şeyin mutlaka o gün o stüdyoya yansıyacağını bilerek ve bunun merakıyla girdik.  Hakikaten arkadaşlarıma güvenim sonsuz. Gönüllerimiz çok açık müzik söz konusu olduğu zaman, orada ego yok.  

Zaten ilk albümünüzde de bu etkileşimi daha iyi yansıtabilmek için hücum kayıt yaptınız… Müziğiniz ve bu arkadaşlığınızdaki samimiyetin canlı canlı hissedilebildiği konserleriniz için sosyal medyada yazılanlar öyle eğlenceli, naif ki…  

Çünkü hakikaten bu devirde naif bir ilişki içerisindeyiz, hem dostluk hem de müzik anlamında… Hepimiz sürprizi seviyoruz. İnanın her sahneye çıkışımızda, hepimiz ama, acaba bu akşam şarkıları nasıl yorumlayacağız, birbirimize ne sürprizler yapacağız, içimizden ne gelecek diye heyecanlanıyoruz. Çok daha ilginç canlı performanslar, albüm biraz steril kalıyor sahnenin yanında : )

Üç kadın… Üçünün de hikayesine, hayaline, o hayalin peşinden yola çıkma cesaretine aynı adamın müziği değmiş evvel zaman içinde… Az gitmişler uz gitmişler; günün birinde yolları kesişmiş ve o şarkıları hep birlikte, O’nunla birlikte söylemişler aynı sahnede…
Bülent Ortaçgil ve Kadın Sesi Değmiş Şarkılar konserinde Birsen Tezer; Jehan Barbur ve Ceyl’an Ertemle müthiş bir uyum içindeydiniz… İlham aldığınız adamın müziğini, sevgisini o an paylaşırken bir yandan da birbirinize samimiyetle izin verdiniz. Bu benim gözlemim: )
Nasıldır Bülent Ortaçgil ve şarkısına sesi değen kadınlar arasındaki iletişim?

Aslında o kadar güzel açıkladınız ki durumu bana söz kalmadı : ))
Dediğiniz gibi, müziğe Ortaçgil’i örnek alarak başladık. Jehan ve Ceylan adına da konuşmak istemiyorum ama o sahnede Ortaçgil’le birlikte olmak, o müziği paylaşmak çok değerli ve bu yıllarca benim hayalimdi… Onun heyecanı hepimizde de vardı bence, eminim onlar için de öyle… O sahnede de ego çatışması yoktu. Tam aksine o lezzeti birlikte paylaşıyor olmaktan doğan bir kendinden geçme hali vardı. Çok güzel bir geceydi o gece : )

bulent-ortacgil-birsen-tezer1

Çok hem de, izlemiştim ben de canlı canlı, internet üzerinden evde : )
Birsen Tezer sizi dinlemeye başladığımdan beri bana da bir haller oldu; şarkı söyleme tarzım değişti, ellerim, kollarım, mimiklerim ayrı eşlik ediyor müziğe : ) Jehan Barbur’a da Ceyl’an Ertem’e de sordum bu soruyu;size ne oluyor o an’da sahnede?

İşte o vücut dili… Çok fazla bakmıyorum yaptığım hareketlere, düşünmüyorsun… Sanki o ses yeterli değilmiş de tarif etmek, işaret diliyle anlatmak gibi… Gayri ihtiyari,  kukla gibi sanki : ))

Sahnede şarkıyı ‘gayri ihtiyari’ anlattığınız, izleyenlerin gözlerini alamadığı ellerinizi bazen seyirciye de uzatıyor ve doğaçlama sözcüklerle onları da şarkıya dahil ediyorsunuz ya, bu kadın ozanlık geleneğinin bir parçası mı?

Ben açıkçası kadın ozanlığa ya da biraz önce bahsettiğimiz gibi albümlerimin müzik marketlerde caz standında duruyor olması gibi konulara hiç girmiyorum. Bana ne ? Ozanım ya da değilim, ya da caz mı söylüyorum, pop mu… Hiç buralarda değilim hakikaten. Önemli olan o anda, orada o müziği yapıyor olmak. İnsanları bırakıyorum; özgürler, istedikleri gibi sınıflayabilirler. Ben sadece müzisyenim, başka hiçbirşey değilim, annelik dışında : ) Ve müzisyenim.

Zaten anneliğinizin müzisyenliğinizde de hissedildiğine dair yorumlar var internette…  Anaç; şefkatle sarıyor sarmalıyor müziği diye…

Ne güzel ki…İnanılmaz derecede genç bir kitle takip ediyor müziğimizi. Ben artık onların anneleri olacak yaştayım. Bu ilk başta, ‘Hay Allah, ben o kadar yaşlanmadım ki’ diye hissettiriyor. Sonra o pırıl pırıl gözleri, bakışları, sarılışları görünce… Çocuklarım işte onlar ! Evet, ben hazırım anneleri de olmaya, halaları da : ) Öyle bir ruh haline geçiyorsun, gönlün büyüyor : ) Biz hep konser salonlarında mutlaka buluşuruz sabreden çocuklarımla… 

‘Kusura Bakma’ isimli şarknızda diyorsunuz ya;
‘Biraz çekilme zamanı

gözünü kapatıp içini duyma zamanı’ diye…
Siz sahnede, müzikle mi dönüyorsunuz içinize?

Her yerde… Sahne çok farklı bir yer değil benim için; çünkü hayatı şu anda burada da evde de sahnede de aynı şekilde yaşıyorum. Duygusallığımı da bazen kızgın halimi de anlayışla karşılayacaklardır nasıl olsa çünkü sevdikleri bir tarafım da var, diye düşünüyorum
Bu da gerçeklik ya, insanız sonuçta ama farketmiyor sahne,  burası, ev ya da sokak… O içselleştirmeyi her dakika yapıyorum. O kadar çok şey oluyor ki etrafımda… Görmeyi bilmek, anlatılan hikayeleri dinlemek lazım. Hiç birini es geçmeden dinlemeye çalışıyorum.

“Sonra bir ev boyadım sana
Kapısı mavi, zili deniz”… 
Ne kadar güzel sözler ve ne kadar “Ortaçgil” : ))

‘Ortaçgilvari’ değil mi : ) ‘Çal Kapımı’ ; sözlerini yazdığım ilk şarkı. Tabii ki ilk önce örnek aldığın insanın yolundan ilerliyorsun ve sonra sonra yerini, yolunu, tadını, kokunu bulmaya başlıyorsun.  Ben bayılıyorum bir Ortaçgil şarkısına benzemesine… Ben de çok benzetiyorum, ne güzel benzetiyorsanız : ))

Şiirle bu sıralar aranız nasıl?

Hala çok yoğun… Çok seviyorum. Benim için solunum cihazı gibi , sığındığım bir yer şiir. Hala okuyorum dolu dizgin : ) Çok fazla yazamıyorum bu ara, çok entresan… Herhalde biriktiriyorum. Çok mesele var ülkede şu ara… Bundan sonra aşk şarkısından çok Türkiyede’ki meselelerle ilgili şarkılar gelecek gibi…
birsen_tezer_04

Demişsiniz ya, değişiyor düşüncelerle birlikte müzik de, evriliyor diye… ‘Sus pus’ isimli şarkınız “Gezi Parkı” nı hissettirmiş size…

O, o geceydi. Mesela Zafer Cınbıl’ın şarkısı ‘Delikanlı’yı her söyleyişimde aynı şeyi hissediyorum; o çocuklar için söylüyormuşuz gibi… Delikanlı tamamiyle bu durumu özetleyen bi şarkı bence, Sus Pus o gecelikti, öyle hisssettim ve söyledim. Hemen de paylaşıyorum zaten çocuklarımla , belki başka gece başka bir şarkı olacak. O evrim devam ediyor hiç durmadan…

Jehan Barbur’a, “Bence yazdıklarını okumalıyız” diyen Yekta Kopan cesaret vermiş ve ‘Çatıdaki Çimenler’ de toplandı biriktirdikleri…
Sizi kim ya da ne harekete geçirir temize çekmek için müsveddedekileri?

Şu anda öyle bir düşüncem yok ama ileride ne olur belli olmaz. Şu anda odaklandığım yer orası değil… Hakikaten üretme açısıdan çok başında hissediyorum kendimi. Çok geç başladım çünkü, sanki  6 yaşında bir çocukmuşum gibi… Çünkü 6 – 7 sene önce başladı tüm bunlar… O yüzden çok fırın ekmek yemem lazım. Şarkıcılık konusundan bahsetmiyorum; tamamen üretmek, yazıya dökmek, şarkı yapmak konuısunda… Kendimi gözlemliyorum şimdilik ve bakalım daha neler yapabilirim’in peşindeyim.

Yapmak istedikleriniz arasında bir Türk Müziği albümü de var, öyle değil mi?

O da değişebilir her an : )   

Yay burcu !!  ( gülüyoruz: ))

Ama hakikaten herşey o kadar çabuk bambaşka hallere dönüyor ki hem hayatımızda hem de ilişkilerimizde… Şu anda sizinle tanıştım, kimbilir başka neler olacak? Bilemeyiz ki, çünkü bir karmanın içerisine giriyoruz. Tabii ki üçüncü albüm kararı çok ciddi bir karar ama neden değişmesin ? Belki Türk Müziği olacak belki de yeni besteler olacak, belli olmaz. Ya da karman karışık olacak : )

Karşılaştığınız insanlarla, hikayelerle, şarkılarla, şiirlerle beslenip zenginleştikçe karmanızın değiştiğine inanıyorsunuz ya, bu sıralar hayatınızdaki”tesadüfler”, nerede olduğunuzu ve nereye gittiğinizi hissettiriyor size?

Her defasında doğru yerde olduğumu düşünüyorum. Doğru yerden biraz daha yukarıya çıkmak istemediğimi farkediyorum mesela… Çünkü o zaman vakit kalmamaya başlayacak; hem sevdiklerime hem müziğe… Burada tutmam gerek, daha fazla büyümemeli iş diye düşünüyorum. O yüzden de kaçınıyorum çok ortalıkda olmaktan. Zaten beni dinleyen güzellikler de aynı şeyi söylüyorlar. Birsen fazla ortalıkta olmasın, eyvah şu dizide sesini duyduk şimdi ulaşabilecek miyiz ona gibi…  Ben de aynı kaygı içindeyim, o yüzden geri durmaya çalışıyorum.

Hüsnü Arkan’la “Hoşgeldin” i söylediğinizde de telaşa kapıldıklarını okudum sosyal medyada…

Biliyorum evet, aynı şekilde… Ama çok da büyük faydası oldu bu şarkının aslında… Sanıyorum bu şarkıdan önce çok daha az insana hitap edebiliyorduk. Bir şarkıyla geliştiyse bu, ne güzel, ne mutlu bize. Bir kliple, gazete röportajıyla ya da başka birşeyle değil de
bir şarkıyla; yine müzikle bir adım daha yukarı çıktı.
Şimdi keyfimiz yerinde,  burda kalalım istiyoruz : )

Harika! Sizin hiç klibiniz de yok, öyle değil mi?

Yok ama Hüsnü için yer almıştım Hoşgeldin şarkısınınkinde…
Klip şimdi düşünmüyorum, bir ara düşünür gibi oldum ama yine değişti fikrim :
))

Sibel Köse’yle şahane bir uyum içinde seslendirdiğiniz ‘Şarkıcının Şarkısı’ nda nasıl izler bulabiliriz Birsen Tezer’in bakışına dair hevese, umuda, hayata, yeni güne?

Eğer şarkıda anlatılmak isteneni kastediyorsanız, ondan beri o köprünün altından çok sular aktı. Hakikaten nefesim yoktu ertesi güne karşı… Takatim de yoktu hevesim de o şarkıyı yazarken… Şimdi hiç öyle düşünmüyorum, umut doluyum.

İnternet sitenizde şöyle bi cümle karşılıyor bizi;
İçten gelen bir ses, bir söz, bir eşya bırak ardından…
Belki senden sonra gelenlere ışık olur yürünen bu bilinmezde…
Siz içinizden gelen sesi bırakırken geriye, aslında neyi de bırakmak istiyorsunuz ve neler taşıyorsunuz yürürken topladıklarınızla cebinizde?

En önemlisi sevgi ve saygıyı topluyorum. Hem birlikte yol aldığımız insanlardan, hem bizi dinleyenlerden, çocuklarımdan, Cihan’dan.
Güzel şeyler yapmışlar desinler bizim arkamızdan…
Ama içlerine sindire sindire, hiç kuşku duymadan…
Önemli olan bu çünkü…

birsenTezer

Müziğin peşinden yola çıkarken ve ilk albüm için doğru zamanı beklerken bir hayaliniz de sevdiğiniz şarkıları Ortaçgil’le söylemekti; gerçekleşti. Şimdi ne var düşünüzde?

Şu an çok iyiyim, daha fazla bir şey hayal etmiyorum. Müzikal anlamda hayal edebilirim ama bir yere gelmek anlamında değil bu, bence olmam gereken yerdeyim. İyi böyle… Daha genel bir hayalden bahsediyorsanız, benden değilse eğer; özgürlüklerimize dokunulmayan, herkesin söz hakkı olduğu demokratik bir ülkede yaşamak istiyorum. Sanatçılara sıradan insanlarmış muamelesi yapılmasın istiyorum, sanatçılar özel insanlardır. Atatürk de söylemiş; ‘Her şey olabilirsiniz, bir  sanatçı olamazsınız.’ Yüklenmelerden ve hor görülmelerden uzak bir Türkiye istiyorum . Ahh, daha çok şey var söyleyecek. Umut var içimde, değişiyor bir şeyler…

 

Ankara’dayken denizi özlediğinizde havuza bakıyormuşsunuz ya : ))

(Gülüyor)  Evet : ) Havuza değil de  Kuğulu Park’a : ))

Çok tatlı geldi bu hikayeniz bana : )  Nasıl keyfiniz şimdi denizle, İstanbul’da ?

Denize karşı bağımlılığım var. Çocukluğum Kıbrıs’ta geçti, deniz çocuğuyum ben, oğlum da öyle büyüyor. Ankara’yı çok sevmeme rağmen o şehirde deniz olmaması hala büyük bir şaşkınlık yaratıyor bende : ) Bu kadar güzel bir şehir, bu kadar güzel insanlar, nasıl deniz olmaz gibi…  Denizle ilişkim İstanbul’da çok yoğun… İstanbul’da yaşamaktan büyük keyif alıyorum. Bence İstanbul’u sevmek olgunlaşmayı gerektiriyor.
40 yaşıma kadar İstanbul’u sevmiyordum ben, demek ki hiç bir şey anlamıyormuşum dedim. Şimdi çok seviyorum. Çok zengin, çok güzel, çok besleyen bir şehir… Dünyada böyle bir şehir yok. Lütfen bunun farkına varalım artık, gözümüz gibi bakmamız gereken bir şehirde yaşıyoruz.

9 yıl Bodrum’da yaşadıktan sonra geldiniz İstanbul’a… İlk albümünüz Cihan çıktı sonra, içinizdeki sesle müziğin peşine düştükten tam ’23 yıl’ sonra… Hayalinizi gerçekleştirirken zamanla, bir yandan da çok güzel insanlar katıldı yolunuza… Örnek mi dersiniz hikayeniz, bir türlü yola çıkamayanlara ya da sabırsız umutsuzlara? 

Hayat sizi savuruyor bir şekilde… Bu iyi mi kötü mü diye eleştirmeden önce, bana ne getirecek acaba diye bakmak lazım. En kötü düşündüğünüz deneyim bile bir zenginlik, bir şey katıyor size… Mutlaka bilin bunu. O yüzden keşke dememek lazım; iyi ki yaşadım demek lazım… Bizi biz yapan, bu yaşadıklarımız…

Şahanesiniz Birsen Tezer ! O kadar güzel, keyifli ki sizinle sohbet etmek, anlattıklarınızı da dinlemek…
Benim sormak istediklerim bunlardı, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Benim için de çok keyifliydi : )Bana sorulmadıktan sonra ben pek konuşmam açıkçası, konuşmayı da pek fazla sevmiyorum : ) Başka ne olsun;  iyilik, sağlık, güzellik olsun. Su yolunu bulur, hayırlısı olsun…  Gibi ( gülüyor : )

“Bu çok özel söyleşi ve sonrasında o güzel enerjinizle
bana güç veren, hala en kıymetli yerde sakladığım sözleriniz için,

Bir kez daha sonsuz teşekkürler Birsen Tezer…”

Bir özel teşekkür de konser başlamadan önce arka bahçesinde bu röportajı keyifle gerçekleştirebilmemiz için ellerinden gelen herşeyi yapan Öküz Kültür Cafe Bar’ın çalışanlarına ve şahane sahibesi Ayla Eroğlu’na : )