Monthly Archives: Aralık 2013

Başka bir dünya mümkünken “zamanın ruhunda”; “kös, kös” Avrupa’ya geri dönmek istemiyor BaBa ZuLa…

Standard

Bir varmış, bir yokmuş…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde
Pirelerin berber, develerin tellal olduğu, 0127311
mutlu sonla biten masallar anlatılırmış güzel bir ülkede…
Biz tıngır mıngır sallanırken beşiklerimizde;
Mahsun girer bir gece düşümüze…
Hüznün, umudun, aşkın, hayatın, düş kırıklığının tüm izlerini taşıyan yüzüyle…
Biz güzel bir masalla daldığımız uykumuzun en tatlı yerindeyken,
O; çaldığı arabalarla düşer de “düşlerinin” peşine,
iyice uzak düşer her seferinde…
Sarsarak uyandırır bizi gerçeğine…

Ama güzeldir arkadaşları, en çok da eroinman aşkı…
Alımlı bir tavus kuşudur bu masalın da en renkli kahramanı…
İşte Derviş Zaim’in yönettiği; Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz ve Ayşen Aydemir’in başrolü üstlendiği,
hem sinema tarihimizde, hem de izleyicilerinde ayrı ve kocaman bir yeri olan
96 yapımı “Tabutta Rövaşata” filminde,
Mahsun koşarken sokaklarda kucağında tavus kuşu ile,
etkileyici bir müzik belirir sahnede…
Bir hikaye anlatılırken beyaz perdede, onu betimleyecek müziği yapmak için kurulan Baba Zula’nın da hikayesi başlamış olur böylece…

Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler Murat Ertel ve Levent Akman birazdan ismindeki sır’rı da okuyacağınız “Baba Zula” ile 17 senede…
İstanbul gibi göç aldı müzikleri de
Beslendikleri gelenekleri katarak önlerine, Anadolu’dan renkler taşıyan kostümleri, dansları, şovları, konserlerindeki sanatçı konukları ile, bazen şarkı sözleriyle bazen sadece üç saniye süren müzikleriyle
“ruh” verdiler sahnede anlattıkları hikayelere…
Baba Zula müziğinin ayrılmaz bir parçası oldu”doğaçlama” yöntemi de…
Başka bir dünya mümkün olsun diye müzikleriyle çıktıkları bu seferde, kalabalıklaştılar günden güne…
7 albümleri var, Tabutta Rövaşata ve Dondurmam Gaymak film müziklerinin yanı sıra tiyatro oyunlarına da müzikler yaptılar…
Hit şarkı yapmanın formüllerini biliyorlar ama müzikleriyle anlatacakları başka meseleleri var.
Enerjisi ülke sınırlarını aşan, Japonya’dan Hindistan’a, Venedik’den Fransa’ya, Danimarka’ya ulaşan,  ama aslında “sınırlar”dan hoşlanmayan, farklı sesleri, ritmleri, türleri buluşturan özgür bir ruh onların müziği…
Yurt dışındaki hatırı sayılır müzik festivallerine bilhassa çağrılıyorlar.

crop_babazula6Müziğinin beslendiği topraklarda salınıyor şu sıralar Baba Zula…
İlk kez bu kadar geniş kapsamlı bir turneye çıktılar ülkemizde…
Zannetmeyin ki istemediklerinden ya da yurt dışı konserlerini daha çok sevdiklerinden;
Aslına bakarsanız, onlar bu “geç” başlayan turneyle, olmayı en çok olmak istedikleri yerdeler…
Turne umdukları gibi gitmezse, Amerika’daki Avrupa’daki konser programlarına “Kös Kös” geri dönecekler!
İşin daha da enteresan tarafı, oralarda bizde olduğundan daha çok biliniyor ve takip ediliyorlar…
Japantimes gazetesinde bile tam sayfa haberleri var!
Medyanın müziklerine ve konserlerine olan ilgisizliğinden yakınıyorlar…
Müzisyenlere, sahne sanatıyla ilgilenenlere daha sağlıklı fiziksel koşullar sağlanmasını, en azından bir kulis olmasını ve sanata düşülen her notun geleceğe özenle aktarılmasını, saklanmasını diliyorlar…
Müziklerini paylaştıkça, dokunup başkaca hikayelere “bir” oldukça, yalnız olmadıklarını hissettikçe ne kadar mutlu olduklarını bilmemizi istiyorlar…
Melike Şahin’in güzel sesi ve Baba Zula müziğinin ruhuyla eşleşen enerjisiyle eşlik ettiği Çanakale konseri öncesinde buluştuk Kampus FM program sorumlusu Osman Cevizci ile birlikte Murat Ertel ve Levent Akman ile Öküz Kültür’de…
Doyamadık söyleşmeye 🙂
Öyle güzel insanlar ki ikisi de…
Gelin şimdi daha yakından tanıyalım onları,
Aralayalım sahnede anlattıkları hikayelerin, masalların ardındaki “büyük sırrı”…
Baba Zula’nın müziği ile yeniden keşfedelim gendeki, tendeki, “sen” deki özgür ruhu…
“Zamanın ruhunda”, yolculuğa çıktık Baba Zula ile,
Başka bir dünya mümkün müzikle !

BZC8d-qIgAAh6uQ
“BaBa Zula” nın kelime anlamı hepimizde farklı farklıysa da müziğiniz, sözleriniz, görsel şovlarınız, farklı tavrınız  diyebiliriz sanırım toplamda… Sizin için ne demek “Baba Zula”? Bu ismi seçerken hangi anlamı yüklemek istediniz ona ve enerjisi nasıl yansıdı müziğinize, gruba?

Murat Ertel: “BaBa ZuLa” ismi çok önemli. İsmi koyarken anlamı farklıydı, şimdi yıllar sonra daha farklı… Baba Zula ismine ilk olarak 1978 yılında Marmara Adası’nda rastlamıştım. Düşmüş bir tabelaydı. Marmara Adası’nda bir barmış. Bunun hikayesi uzun da 1974’de çevrilen, “Kanlı Deniz” filminde de görülen Pire Emin lakaplı adalı bir arkadaşın bir mağarası varmış. Bu mağarada Bizanslılardan ve Rumlardan kalma şarap fıçılarının üzerinde şarap içilip felsefe yapılıyormuş. Burası kapandıktan sonra “Baba Zula” diye bir yer açmaya karar vermişler. Yalnızca 1978 yazında açık kalmış ve batmış bir bar… Biz de bu arkadaşlarla o yıl adadan İstanbul’a dönerken vapurda karşılaşıp sohbet etmiştik bu konuda… “Baba Zula” ismi çakılıp kalmıştı. Sonra Tabutta Rövaşata filmine Zen grubu müzik yapmak istemeyince, benim aklıma başka bir grup kurmak geldi. Levent de benimle aynı fikirdeydi. Grubun ismi “Baba Zula” olsun dedim birden… İlk başta bu iki kelimenin ahengine, armonisine kaptırmıştım kendimi.  Mistik, güzel bir şeyler vardı bu isimde… Zamanla, şu anda Baba Zula benim için “büyük sır” demek. Baba bir şekilde büyük, Zula da saklı, gizli ya da sır…  “Büyük Sır” … Bu kavram da Amerikan yerlilerinin bir kabilesine göre, hayatın kendisi demek; gizemi ve kıymeti… En büyük sır…  

Şahaneymiş 🙂 “Baba Zula” nın isim hikayesi gibi, başlangıç noktanız olan “Tabutta Rövaşata” filminin de size gelişi tesadüflerle dolu öyle değil mi? Karakterleriyle, öyküsüyle, çekimiyle çok özel bir film hem izleyicisi hem de sinema tarihinde… Benim için  bir başrol de; müzik o filmde… “Tabutta Rövaşata” nın anlamı grup için ne?

Murat Ertel: Başlangıç noktası sinema olan, bir filme müzik yapmak için kurulan bir grubuz. Bu da bize çok şey öğretiyor ve düşündürüyor. Baba Zula’nın yapısında müzik dışında diğer sanatlara da açık ve onlarla ilişkide olmak var. İşlerimizi bir araya getirdiğimizde, evet en güçlü birleştirici öğe belki müzik olabilir ama bunun yanında görsel sanatlar, dans, tiyatro, şiir, edebiyat gibi pek çok şeyi içinde barındırıyor. Sinema da bütün sanatları içinde barındıran bir sanat ve biz de bir şekilde bütün sanatları içinde barındıran bir müzik yaptığımızı düşünüyoruz.  Tabutta Rövaşata’nın bir kere böyle bir yeri, anlamı var… Kendi imkânlarıyla çekilip nasıl ölümsüzleşebileceğini gördüğümüz bir sanat eseri, çok önemli bir film. Biz de yine aynı şekilde, alternatif yoldan giderek, kendi doğrularımızla, piyasa koşullarına bakmadan kendi üretimlerimizi yapıyoruz ve bir şekilde başarılı olduğumuz da söylenebilir. En azından bunca yıl sonra devam edebiliyoruz ve bir dünya grubu olduğumuz bile söylenebilir.

IMG-20131218-WA0008

Müziğiniz için çok etiket kullanılıyor: Psychedelic,oryantal – dub, funk, caz,rock, pop, modern halk müziği… Baba Zula’nın müziği de “Özgür ruh” , öyle değil mi?

Murat Ertel: Evet, bence öyle… Çok değişik şeyler de oluyor.. . Geçen gün bir arkadaş twittera yazmış; Baba Zula’nın müziğini seversem beni bilmem ne yapsınlar diye küfür gibi bir şey… Ben de güldüm, komiğime gitti ve favori attım. Derken aramızda bir diyalog başladı ve onun bir şekilde bizim müziğimizi aslında bilmediği,  yalnızca bir yönünü bildiği ve ondan hoşlanmadığı ortaya çıktı.
Aslında Baba Zula’nın çok değişik türde yaklaşımları var. Biz hit de yapabiliyoruz. “Hit yapmak” nedir, biliyoruz. Müzikte var olan, herkesin hoşlanabileceği o formülleri uygulayabiliyoruz. Ya da son derece deneysel şeyler yapabiliyoruz. Çok uzun çalabiliyoruz ya da çok kısa… Baba Zula’nın 60 saniyeden kısa  6 – 7 tane parçası var. Bir tane 3 saniyelik parçamız var mesela; Nokta. Kökler albümünün açılış parçası…
Bu bir yaklaşım meselesi… Bir insan yalnızca 3 saniyelik Nokta isimli parçamızı dinleyip nedir bu saçma sapan şey diye düşünebilir. Ya da hit olarak yaptığımız bir parçayı, mesela Bir Sana Bir De Bana’yı dinleyebilir ve aman ne kadar güzel, bayılıyorum da diyebilir. İnsanlar genelde kendilerine sunulan ve iyi olduğunu düşündükleri popüler bir takım müziklere yöneliyorlar. Onların hepsini memnun edebilecek bir yapıya sahip değiliz ama onları bile memnun edebilecek şarkılarımızın olduğunu düşünüyorum.

Levent Akman: Bizim ülkemizde maalesef kalıplara çok bağlı insanlar, bir türlü o kalıpları açamıyorlar ve o kalıplar içinde kendi gerçekliklerini kuruyorlar. Buna en güzel örnek, Antalya’dan… Antalya’da bir halk festivalinde çalıyorduk. Bizim bir parçamızı dinlemiş, ya Cacom ya da Bir Sana Bir de Bana’yı, tam hatırlamıyorum, başka bir şey bilmiyor anladığımız kadarıyla bu gelen dinleyiciler… Biz çıktık çalıyoruz, sahnedeyiz, onlar da, Baba Zula ne zaman çıkacak diye soruyorlar 🙂 İşte Baba Zula çalıyor demişler; yok yaa, onlar Baba Zula olamaz, ne biçim grup bu, biz böyle bilmiyoruz, demişler…  Bizimkiler sormuş, nereden biliyorsunuz diye, biz Cacom’u biliyoruz, çok seviyoruz, onlar öyle bir grup işte demişler. Biz çalmaya devam ediyoruz bu arada, sonra gitmişler tabii 🙂 Böyle enteresan, komik şeyler oluyor gerçekten. Murat’ın twitter üzerinde , baştan bize küfreden ama daha sonra bir ortak nokta bulduğu kişi gibi çok insan var. Önemli olan pozitif yaklaşabilmek… Bundan sonra birtakım yeni yollar açılıyor ama önemli olan o ilk bariyerleri sevecenlikle, sevgiyle kırabilmek.

O bariyerler zannediyorum ki daha çok burada, “popüler kültür” anlayışımızda, sizin de az evvel bahsettiğiniz hit şarkıların bize dayattıklarında… Yoksa Baba Zula; sınırları çoktan aşmış durumda… Yurt dışından bilhassa çağrıldığınız festivaller, konserlerinize yabancıların gösterdiği büyük ilgi… Bizim bariyerlerden orada yok değil mi?

Levent Akman:  Tabii… Yurt dışında özgün olmak çok önemli… Birilerini taklit ettiğiniz zaman pek bir yerlere gelemiyorsunuz çünkü orda belli kalıplar içinde müzik yapan çok müzisyen var.  Kendi kültürünüzden birtakım ögeler katıp yeni bir şeyler yaptığınız zaman çok güzel tepkilerle karşılaşabiliyorsunuz. Mesela bizim yurt dışı konserlerimizin % 60, 70’i yabancılar tarafından dolduruluyor. Geri kalanlar Türk izleyiciler oluyor ve organizatörler buna hem şaşırıyor hem seviniyorlar. Özellikle Almanya’da, bizim senelerdir yapmak istediğimiz şeyi siz bir konserle yapabiliyorsunuz diyorlar, çünkü Almalar ve Türkler maalesef iki ayrı dünya şeklinde yaşamaya devam ediyorlar orada hala… Ama organizatörler diyor ki, sizin konserlerde birlikte dans edebiliyor bu insanlar, bu çok güzel bir şey, bir adım attırabiliyorsunuz topluluklara diyorlar. Bu güzel bir şey tabii ve  müziğin ne kadar güçlü olduğunu da gösteriyor. Müzik evrensel bir dil. Biz aslında sınırları da sevmiyoruz, olmamasını diliyoruz. Bu hem coğrafi sınırlar, hem dil, hem din sınırları… Çünkü bunlar insanı ayrıştıran şeyler. Biz bu dünyada yaşıyoruz ve hepimiz dünyalıyız aslında ama bir şekilde ayrıştırılmaya çalışılıyoruz. Biz müzikle bunu kırmaya çalışıyoruz.

Sınırları, kalıpları sahnede de sevmiyorsunuz ki, her seferinde sürprizlerle şaşırtıyorsunuz dinleyicilerinizi… Farklı danslar, kıyafetler, ışıklar, görsel şovlar… Baba Zula, bütün bu öğeleri Anadolu geleneğine katıp bir masal mı anlatıyor?

Murat Ertel: Çok doğru bir tespit yapmışsınız, gerçekten teşekkür ederim size. Biz kendimizi, müzisyen olma niteliğinden önce, hikaye anlatıcıları olarak tanımlıyoruz. Bu çok önemli… Yaptığımız müziğin sözleri olmasa bile bir hikâyesi var ve bir gelenekten besleniyoruz. Tabii ki çok değerli isimler var bunun içinde ve çok büyük bir anonimlik de var. Bir imbikten damlayan ve bizim de kaynağını çözemediğimiz ama ipuçlarını heyecanla aradığımız, biraz Nasreddin Hoca’da, biraz Karagöz’de, biraz Dede Korkut’ta, biraz dünya folklorunda bulduğumuz birtakım şeyler var. Bu hakikaten çok doğru bir tespit…  Devamlı Baba Zula ve dans beklentisinde olan ya da bir konserde izledikleri şovun tekrarını yine bulmak isteyen insanlar var, onlar her konserde istediklerini bulamayacaklar.
Baba Zula’da ne bulacaksınız, bir trio bulacaksınız, üç müzisyen… Baba Zula bir üçlü olarak kuruldu, bir takım konuklar aldı ve bu mantık devam ediyor. . Müzisyenler bazen 4, 5 de olabilir, bazen bir dansçı da katılabilir, bazen bir şair, bazen Tuncel Kurtiz gibi bir tiyatro oyuncusu, bazen Semiha Berksoy gibi bir opera sanatçısı,  bazen kimsenin bilmediği Afrikalı bir sanatçı… Böyle sürprizlere hazır ve açık olmak, biraz kendi kalbimizi ve aklımızı açmamız ve daha hoşgörüyle bakmamız gerekiyor. İnsanlar albümlerindeki gibi çalıyorlar ve bunu bir beceri olarak sunuyorlar. Bizse şunu diyoruz: Albümlerimizden farklı çalıyoruz. Bazı gruplar albümlerinde daha iyiler, bu bence kötü bir şey… Biz diyoruz ki albümlerimizden daha iyi çalıyoruz. Canlı farklı, albümler farklı, ikisi de ayrı ayrı ruh hallerine hitap ediyor.

Bütün bu anlattıklarınız, Baba Zula ‘nın enerjisinin, ruhunun, müziğinin bir parçası olan “doğaçlama” geleneğinin de bir sonucu, değil mi?

Murat Ertel: Doğaçlama bizim için her zaman çok önemli bir müzik yapma yöntemi olmuştur. Baba Zula’dan önce Zen’de tamamen doğaçlama yapıyorduk. Baba Zula’da bestelere önem verdik. Bazı besteleri orijinaline çok yakın çalıyoruz, bazılarını çok farklı ama mutlaka bir emprovizasyon oluyor içinde… Doğaçlama çok yaratıcı bir şey fakat izleyiciye çok saygılı bir şekilde yapılması gereken bir şey…. Uzun provalar ve birliktelik gerektiriyor. Böyle olmayabilir ve anlık, sürpriz bir birliktelikle de çok iyi bir doğaçlama olabilir ama risk büyüktür. Doğaçlamanın riskini azaltmak için büyük bir tecrübe, sanata hakimiyet ve elemanlar arası büyük bir iletişim gereklidir. Biz de eski bir grup olduğumuz için bu doğaçlamanın seviyesi telepatik boyutlarda dolaşıyor artık:) 20 yıldan fazla oldu doğaçlamayla uğraşalı, bu konuda epey tecrübeliyiz.

Murat Bey babanız Mengü Ertel, tiyatrolara, festivallere afişler hazırlayan, albüm kapakları tasarlayan çok önemli bir grafiker, bir devlet sanatçısıymış. Levent Bey, siz de iyi bir gurmeymişsiniz.
(gülüşmeler) Nereden buldun bu bilgileri 🙂
Dersime iyi çalıştım, buldum:) Ama bu pek kolay olmadı. O kadar az bilgi var ki internette Baba Zula ile ilgili… Japan Times’da bile koca bir sayfa yazıya rastladım hakkınızda ama bizim kaynaklarımızda ancak bu bilgilere ulaşabildim.

IMG-20131218-WA0014

Murat Ertel: Kaynak azlığı her Türk sanatçı için geçerli maalesef… Babamdan bahsettiniz, Mengü Ertel… Dünyaca ünlü bir grafik sanatçısı ama sanatla uğraşan insanlar bile onu tanımayabiliyor. Şair dediğiniz zaman, diyelim ki Turgut Uyar, ismini herkes biliyor ama bir tane bile kitabını okumamışlar. Böyle bir durum var. Gerek Mengü Ertel, gerek Turgut Uyar gerçekten dünya çapında sanatçılar, kendi dallarında çok yetkin isimler. Bütün bunları insanlarımızın çok iyi bilmesi gerekiyor. İtalya’da bir manav kendi kültür geçmişine son derece hâkim olabiliyor. Moskova’da bir çöpçü ile siz Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını tartışabiliyorsunuz. Bizde böyle bir durum ne yazık ki söz konusu değil. Burada sanatçı diye görülen ve daha çok sinema ve müzik dallarında ürün veren insanların bile popülaritesi ve bence kaliteleri o kadar fazla değil… Gerçekten kaliteli olan, sanat yapan insanlarla halk arasında büyük uçurumlar var. Ama eskiden böyle miydi, hayır… Daha çok ilişki vardı. Pir Sultan’ı herkes bilirdi, Köroğlu’nu, Aşık Veysel’i, Aşık Mahsuni’yi, Neşet Ertaş’ı… Bir kere içinde bulunduğumuz kültür yani Türkiye’nin kolektif bilinçaltı daha çok sözel bir kültür…  O yüzden şiir okumuyor, kitap okumuyor, afiş okumuyoruz. Ne kadar kısa bir şey afiş! Ama böyle bir şey yok, maalesef… Bunun önüne geçmek lazım ama tam tersine, özellikle 80 askeri darbesiyle sanatçıyla halk arasında büyük bir uçurum oldu. Bu yüzden bizim başımıza gelen şeyler başka insanların da başına geliyor. Yaşar Kemal’i şimdi araştırsanız, onun hakkında çok şey bulabilirsiniz ama 80 yaşında, ancak yani… Babamı kaybettim, onunla ilgili ne kadar az bilgi var. Site yapıyoruz, 10 yıl sonra o site demode oluyor, yenisini yapmak zorundayız.  Böyle bir sürü geçmişten gelen ve kaybolan insan var.  Sürekli arşiv yenileme çalışması yapılması ve sanatçılara saygı duyulması gerekiyor. Herhangi bir halk kültürü sanatçısı hakkında bir kayıt bulmak isterseniz Türkiye’de, size Amerikan Kütüphanesine başvurmanızı tavsiye edebilirim. Orada daha çok bilgi var. Böyle zavallı bir durumdayız.

Levent Akman: İlgi, alaka daha fazla yurt dışında… Murat Yaşar Kemal’den bahsetti, eminim ki kendisi hakkında yurt dışında yazılan eserler Türkiye’dekinden çok daha fazladır, kendisi için kürsüler kuruluyor Fransa’da, Amerika’da… Biz yurt dışında da çok konser veriyoruz. Çıktığımız zaman Avrupa ülkelerinde, Asya’da, Japonya’da olsun; sanata, sanat yapan insana karşı oturmuş bir sistemin olduğunu görüyorsunuz. Hiç olmazsa bir kulis var.  Burada kulis yok!

Murat Ertel:  Kulis yapabilirler ama yapmıyorlar. Bence bu ayıp bir şey, sanatçıya saygısızlık… Diyor ki; sen seyircine saygı duyma, gel burada günlük kıyafetlerinle sahneye çık, işini yap, git. Ne öyle kulis mulis… O zaman sanatçı da öyle davranıyor. Bakıyoruz müzisyenlere, sefil bir şekilde çalıyorlar, çünkü kulis yok… Örneğin 🙂

Levent Akman: Bu akıl alacak bir durum değil dışarıdaki insanlar için. Çünkü orada oturmuş bir sistem var. Bir yere gittiğiniz zaman neyle karşılaşacağınızı biliyorsunuz ve bu şaşmıyor. Orada bir odanız var, sandalyeleriniz var, insani bir şey istiyoruz sadece yani, ama bunla bile karşılaşamayınca, insan bir sarsılıyor ama mücadeleye devam 🙂

Yurt dışı konserlerinize bu sıralar ara verdiniz, bir süredir bizdesiniz 🙂 İstanbul müziği olarak tanımlıyorsunuz ya müziğinizi, onun gibi çok göç aldığını ve çok çeşitli ses, renk barındırdığını; Anadolu’dan, Rumeli’den,Balkanlardan, dünyadan beslendiğini… Nasıl karşılık görüyor müziğiniz esinlendiğiniz coğrafyalarda ve ne hissettiriyor size müziğinizi paylaşmak o öykündüğünüz kaynakla ?

Murat Ertel: Bizim için çok önemli bir şey burada olmak, bir kere bizim böyle bir kompleksimiz var: Biz neden buralarda çalamıyoruz? İstanbul, büyük şehirler dışında niye daha küçük illerde çalamıyoruz, niye bu insanlara ulaşamıyoruz? Biz ülkemizde herkesle kucaklaşabileceğimizi düşünüyoruz aslında ama bu yıllarca olamadı.  İçimizde bir acıdır, ukdedir. O yüzden bunu yapabildikçe daha mutlu oluyoruz. Bunu da nasıl yapabildik? Yıllar sonra belli bir ünümüz olunca, Türkiye dışında meşhur olunca,  herhalde bu herifler iyidir falan diye düşünmeye başladı insanlar ve biz de para kazanacağız fikrini bir kenara atarak, riske girerek, biz bu insanlara ne olursa olsun ulaşmak istiyoruz ve önemli olan budur deyip de böyle bir zorlamaya girince, yavaş yavaş oluşmaya başladı. Bu bir dalga ve umarım devam eder. Belki bu dalga kırılır ve biz yine kös kös İstanbul’a dönüp, Avrupa’da , Amerika’da, Japonya’da, Hindistan’da çalmaya devam ederiz. İnanın gerçekten çok istiyoruz burada konser vermeyi. Şırnak’da iki defa röportaj yaptım telefonla, o sene o radyonun en çok dinlenen programı oldu. Güzel bir şeyler oluyor ama medyanın desteğini alamıyoruz. Onlar çok farklı sistemler içinde hareket ediyorlar. Biz o sistemlere girmek istemiyoruz, beceremeyiz de zaten… Playback var, karşıyız. Playback bize göre bir yalan…Saçma sapan bir şey yani… Bu bizim yolumuz değil…Biz kendi yolumuzda devam etmek istiyoruz. Burada insanlarla buluştuğumuz zaman, inanın çok çok mutlu oluyoruz, çok önemli…

Burada konser veremezsek Kös Kös Avrupa’ya , Amerika’ya geri döneriz demenizde takıldım kaldım ben… “Kös Kös” mü? ! 🙂

IMG-20131218-WA0013

Levent Akman: Türkiye çok güzel, Anadolu, Trakya… Biz hep buralarda turne yapmak, çalmak istiyorduk. Ay sonunda Güneydoğu turnesi var, Şanlıurfa, Gaziantep, Diyarbakır, Mardin, Adana… Bunlar bize Avrupa’da  çalmaktan daha çok heyecan vermeye başladı çünkü hep istediğimiz bir şeydi. 1996’da kuruldu Baba Zula ve daha şimdi böyle turneler yapabiliyoruz. Bu da bizden kaynaklanmıyor. Şöyle bir yanlış anlama var: Bizim oralara bilerek, isteyerek gitmediğimizi düşünüyorlar, yani sanki bize teklif gelmiş de biz, ay oraya mı gideceğiz, falan demişiz gibi bir tavrımız olduğunu düşünen çok insan var. Böyle bir şey yok. En  baştan beri en büyük isteğimiz buralarda çalmaktı ama şartlar oluşmadı. Oralarda belki bir şeyler yoktu, bizi çağıran yoktu ama şimdi birtakım şeyler oluşmaya başladı. Onun için çok heyecanlıyız ve umarım devamı da gelir. Gelmezse, yine biz kös kös Japonya’ya, Amerika’ya , Avrupa’ya gideceğiz 🙂 Zaten her şey hazır orada; Mart ayında bir Avrupa turnesi olacak en az 15 konserlik… Sonbaharda Japonya’ya gideceğiz, Eylül’de Amerika turnesi olacak. Albüm teklifleri var Hindistan’dan, Japonya’dan. Bunlar zaten oluyor, olamayan bu ülke bir türlü 🙂

Yankı bulmuyor mu, takdir edilmiyor mu bu dolaylı kültür elçiliğiniz?

Murat Ertel: Olmuyor. Örneğin iki gün önce Kadıköy’de konser verdik. 500 kişilik bir mekandı, sokaklarda yüzlerce insan kaldı. 4 röportaj geldi; biri Çapul TV, biri Kanada’dan,  iki tane de Almanya’nın en önemli kanallarından …  Almanya’nın büyük kanallarından biri olan ARD’ den  gelen muhabir röportajın cumartesi saat 4’de prime time’de 10 dakika yayınlanacağını söyledi ama bizim ana akım medyada hiç bir şey yok.

Levent Akman:  TRT’de yasak zaten Özgür Ruh, Pırasa, Galiba Hamileyim…

Murat Ertel: Mesela bu konserden de hiçbir şekilde bahsedilmedi, ne öncesinden ne de sonrasından… Efendim Baba Zula da konser yaptı, şöyle de doldu, böyle de taştı, hiç yani… Is, pıs ve tıs…

Levent Akman: Ana akım medya bunu yapmıyor ama şimdi de bir alternatif yeraltı medyası oluşmaya başladı bu ana akıma, bu güzel bir şey… Onlar sağ olsunlar, sosyal medyadan da gayet güzel destekler geliyor. Her şeyin bir alternaifi yaratılmaya başlandı, özellikle bu gezi sürecinden sonra… Bunlar güzel şeyler, insana umut veriyor tabii ki…

IMG-20131218-WA0015

Bütün bu gittiğiniz, tanıştığınız, yıllar sonra müziğinizi paylaşabildiğiniz şehirlerde gözlemleyebiliyor musunuz gezi sürecinin etkilerini? Turne sloganınızdan yola çıkarsak eğer; başka bir dünya mümkün mü?

Murat Ertel: Kesinlikle mümkün… Bunu gördük ve yalnız hissetmiyoruz artık kendimizi… Hep dışlanmış ve başka bir dünyanın insanı gibi hissediyorduk, zaten o dünya pek mümkün görünmüyordu, biz kendi içimizde gerçekleştiriyorduk o dünyayı… Ama şimdi bunun mümkün olduğunu, hem biz hem başkaları da görmüş durumda… Bu çok güzel bir his. Hakikaten insanlara bunun için çok teşekkür ediyoruz. Geçmişte de böyle şeyler olmuştu ama şimdi bu kadar ağır koşular içinde bunun gerçekleşmesi çok önemli. Sanat bunu zaten gerçekleştirebiliyor, o başka bir gerçeklik yaratıyor ve o başka gerçeklik de hakiki gerçekliğe ya da şu içinde bulunduğumuz aleme yansıyor. Yani başka bir dünya kesinlikle mümkün.

Levent Akman: Bunun tersi zaten doğanın felsefesine de aykırı… Şöyle bir baktığınız zaman etrafınızda bir sürü farklı yaşam formu birlikte yaşayabiliyor. Tek tip bir yaşam formu yok ama bize dayatılmaya çalışılan tek tip düşünce, tek giyiniş, tek inanç, tek din… Bunun böyle olmadığı geziyle göründü, yaşandı 15 gün boyunca… Bir başka dünya ve yaşam mümkün, gördük bunu. Bunun da devamı gelecek, bu bitmiş bir süreç değil. Belki düşecek, belki kalkacak. Artık bir kere cin fıçıdan çıktı. Fıçı diyorum, şişe de değil yani :))

Sözlerinizle ya da sadece müziğinizle; katıldığınız konserler, festivallerle hep anlattınız ve anlatmaya da devam ediyorsunuz değil mi başka bir dünyanın mümkün olduğunu, hikayelerinizi, derdinizi ? Gezi’den önce de, toplumsal  meselelerde hep vardı sanki Baba Zula’nın enerjisi?

Murat Ertel: Zamanın ruhu diye birşey var… O zamanın ruhu bize geldi :)) Biz yerimizde duruyorduk, o zamanın ruhu tam şu anda, bizim keyiflendiğimiz duruma geldi. İnsanlar daha bilinçlenip birleşmeye başladılar. Biz bunu savunuyoruz. İnsanların kıyafetlerine, cinselliğine, etnik kökenlerine karışmayın,  bunları lütfen sorgulamayın.

Levent Akman: Albümlerimize de baktığınızda tüm bunları göreceksiniz.

Önceden kendinizi yalnız hissettiğinizi söylüyorsunuz ama gerek sözlüklerden gerek çevremden tespit ettiğim kadarıyla, sizi dinleyenler de yalnız hissediyorlardı sanki… Baba Zula dinleyen biriyle karşılaştıkları zaman da çok mutlu oluyorlar, yalnız olmadıklarını ve aynı müziği paylaşabildiklerini görüyorlar. Konserlerinizde bilhassa… Parola; Baba Zula 🙂

Murat Ertel: Baba Zula konserlerinde tanışıp evlenen 6. çiftle tanıştım, daha da fazladır herhalde. Konserde tanıştık, sonra da evlendik diye bana gelenleri sayıyorum, bunu duymak bizim için çok güzel. Biz insanları hakikaten sevgi üzerinden birleştirmek istiyoruz, nefret üzerinden değil…

Müzik, resim, tiyatro, şiir, dans, ışık, renk, Anadolu geleneği, hikaye anlatacılığı … Baba Zula aslında bütün bunların toplamı mı, çok da etiket aramaya gerek yoktur belki de, şöyle bir müzik, yok böyle bir müzik demektense “Özgür Ruh” işte, dört duvar arasına sıkışamaz, kopyalanamaz, çoğalamaz:)

Aynen öyle, siz çok güzel söylediniz, diyecek bir şey yok, çok güzel ifade ettiniz :))

Yaşasın o zaman 🙂 Şahane bir sohbetti, o kadar keyifliydi ki… Çok teşekkür ederim samimiyetle paylaştığınız için hikayenizi… Bitirmeden önce, ben de sizin hakınızda özel bir bilgi öğrenmek istesem, Japan Times’a inat paylaşmak için cümle alemle 🙂 Ne diyelim size dair, sizi dinledikçe seven, büyüyen, birleşen dinleyicilerinize?

Murat Ertel: Bizi dinleyenlerimiz, sevenlerimiz olmasaydı, bizim müzik yapmamız çok zorlaşırdı gerçekten… İnsanlar bizim için çok önemli… Çok sevdiğim bir duygu bu, çok güzel bir şey… O yüzden kimse kendini önemsiz hissetmesin, biz bir bütünüz. Baba Zula olarak tek başımıza var olmuyoruz. Zeki Müren’in bir lafı var, beni siz yarattınız diye, arada mikrofondan söylerim ben de 🙂 Bizi siz yarattınız. İnsanlara çok çok teşekkür etmek istiyorum. Her biri çok değerli ve yaşam sevinci veriyorlar bize, bunu bilmelerini isterim.

Levent Akman: Bizim konserlerimizde bir enerji doğuyor, birşey oluyor; bizden bir enerji çıkıyor, gelenlerden bir enerji çıkıyor ve o iki enerji birleşip “bir” oluyor. O bir’i yakaladığımız zaman zaten orada bütün amacımıza ulaşmış oluyoruz. Biz aslında bir’iz. Hiçbir zaman da ayrılmak , 2, 3, 5 olmak istemiyoruz. Bir olduğumuz zaman zaten muradımıza ermiş olacağız 🙂

Türkülere “caz” katan Jülide Özçelik ile, kalpten kalbe; müzik, hayat, duygu, insan ve “an” üzerine…

Standard

Paylaşılan bir şarkıda tesadüf ettim ona…
Uzun sarı saçları kırmızıya, maviye, mora karışmış gizemli  bir kadın vardı videonun başındaki fotoğrafta…
“Jazz İstanbul Volume 1” albümün adı da…
Hemen “tıkladım” farklı bir müzikle tanışacak olmanın merakıyla.
Çok güzel bir ses,  çekti götürdü beni tanıdık bir hikayenin tam ortasına…

2220_49131947444_4378_n
Kırgınlığını, hayal kırıklığını gizlemeye çalışan naif bir soruyla başlıyordu şarkıya,
O gün neden gelmediğine usulca bir cevap arayan ses;
gittikçe güçleniyordu rastlamayı umut ettikçe ona yıllar sonra, mehtaplı bir yaz akşamında…
Sonra yine çekiliyordu kabuğuna; “Bir umut vardı; gelmedin ama”
Bugün neden gelmedin diye sorar buldum kendimi onunla…
Beklediği gelmeyen ben oldum sanki, geri duramayarak dinlemekten bu yarım kalmış hikayeyi defalarca…
Keşke gelseymiş dedim bir ara;
iyi ki gelmemiş de bu şarkı mı çıkmış, biraz bencilce, yoksa?
İyi de olurmuş gelseymiş hani; neden gelmemiş sahi?
Ben, buluşturdum aklımda bu hikayenin kahramanlarını bir deniz kıyısında…
Ve aylar sonra, Jülide Özçelik’ten dinledim asıl hikayeyi, boğazın karşısında 🙂

Jülide Özçelik muhteşem bir konser verdi Çanakkale’de 50. Troia Festivali kapsamında
Yol bu ya,
“Gizli Cennet” de tasvir ettiği gibi, bulutların pamuk şeker gibi tertemiz olduğu,
“Huzurlu hali başka güzel, coşkusu rengarenk ve alımlı,  grisi hırçın ve de sınırsız” Gökçeada’da,
Yol boyu , sürpriz gibi Jazz İstanbul Volume 2 CD’si arabada,
“Yine de hayat, verilen en güzel hediye, …” diye   yüksek sesle eşlik ederken fona,
şükrederken gizliden, yine aynı müzikte buluştuğumuza mutlu olduğum arkadaşlarımla adada ve aslında yaşamdaki her anımıza,
“Ardına bakma, anını yaşa sen gönlünce” diyerek gülümseyecektik bu güzel tesadüfümüze, bu kez onu sahnede canlı canlı dinlerken bir hafta sonra…
Hatta Jülide Özçelik’le de paylaşacaktık bu minik yol hikayemizi, “Gökçeada Hayat Vokal Ekibi” olarak birlikte gittiğimiz röportajda…

jjj

Adettendir diye demiyorum; birazdan okuyacaksınız, öyle keyifle sohbet ettik ki konser öncesinde…
Türkülere can’ı “caz” ile katıyor Jülide Özçelik büyüleyici sesiyle…
Neşet Ertaş’ın “Gönül Dağı”, “Yalan Dünya”sı, Aşık Veysel’in “Mecnunum Leylamı Gördüm” ile
“Kara Toprak” ını kendi tarzıyla yorumlarken müziğiyle, duru sesiyle içimize doluyor, duygudan duyguya taşıyor  ustaların eli üzerinde, bağ kuruyor kalpten kalbe…
Caz söylüyor diye kategorize etmeyin onu, her türlü müziği dinliyor ruh haline göre,
Bir türlü anlayamıyor cazı gözünde büyütenleri de, saygı duyuyor tüm müzik tercihlerine…
Yeter ki iyi müzik olsun, duygusu, hikayesi dokunsun içine…
Etiketlerin değil, iyi müzik yapma derdinde…

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin Hafif Batı Müziği bölümünde başladı eğitimine
İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik bölümünde birbirinden değerli akademisyenlerle çalışarak, Caz Vokal Performans Bölümünü bitirdi.
Bize ait ama evrensel standartlarda ve Türkçe sözlü bir caz albümü yapma fikriyle, kendi bestelerini ve sevdiği türküleri, okuldan da yol arkadaşı olan genç müzisyenlerle yorumladı çıkardığı iki albümünde de…
Sahnedeki o duru, sakin kadın, tahammül edemiyor müzik kalitesinden ödün verme ihtimaline, teknik aksiliklere…
Bol gülümsemeli ve onu daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz koyu sohbetimizi noktalıyoruz prova vakti geldiğinde…

BRkDDHSCIAE5akr
Cem Tuncer, Ediz Hafızoğlu ve Ercüment Orkut eşlik ediyor o gece ona sahnede
Çanakkale Boğazı’nın eteğinde sığınıyoruz sesine; oradan açılıyoruz türkülerle, hikayemizle ardımıza bakmadan, “an”da kalarak denizimize…
Şarkılarını katıyoruz bu yolculukta önümüze de…
Hayat; verilen en güzel hediye değil de ne?

Hoşgeldiniz Çanakkale’ye, öyle mutluyum ki sizinle tanıştığım  ve enerjinizi kattığınız için enerjimize 🙂
Hoşa gitmeyen durumlardan, uzadığı düşünüldüğünden kısa kesilmesi istenilen konuşmalardan “caz yapma” deyip, üste çıkarak sıyrılan bir geleneğin karşısında yola “caz yapmak” için çıkmak nasıl?

Aslında “Caz yapmak” için demeyelim de, yola;  insanlara iyi müzik dinletme derdiyle çıktım ben… Müziğin kategorize edilmesinden çok da hoşlanmıyorum. “İyi müzik” yapalım ve halk da dinlesin istedim. Halka aşağı yukarı aynı müzikler sunuyor ve bu genel kültür anlayışında şu sonuca varıyorlar: İnsanlar bunu seviyor, bunu dinliyor.  Hayır! İnsanlara hep aynı şeyleri veriyorsunuz ve mecburen onları dinliyorlar; sevmek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla, biz böyle bir şey yapalım dedim. İnsanlar da sevdiler sağ olsunlar, yürekten desteklediler. Beğeniyle, sevgiyle takip ediyorlar. Biz de yavaş yavaş bulunduğumuz yere kadar geldik; elimizden geldiğince, okuldan aldığımız eğitim ve geldiğimiz gelenek doğrultusunda iyi müzik yapmaya gayret ediyoruz.
O “caz yapma” lafı da zamanla değişecektir. İnsanlar bilmedikleri konularla ilgili böyle kötü şeyler söyleyebilirler ama bundan sonra artık söylemeyecekler diye düşünüyorum. (gülüyor)

Hakkınızdaki yorumlar çok tatlı sosyal medyada… Sesinize sarılmak isteyen de var, tiramisuya benzeten de 🙂
Türkü dinleyen, dinlemeyen, caza ilgi duyan, hiç bilmeyen, halk müziği seven, çoğunlukla da alışılan ya da sizin de dediğiniz gibi bir şekilde dayatılan müziklerin seçenekleri arasında kalanların kulağını genişlettiğinizi, bu kez “caz” ile “can” bulmuş türkülerimizde birleştirdiğinizi görüyorum dinleyenlerinize baktığımda sanki… Siz nasıl görüyorsunuz bizi?

Ben de sizin gördüğünüz gibi gördüğüm için iyi müzik yapma derdindeyim zaten… Ben hiçbir zaman, “türkü iyidir, caz kötüdür, pop kötüdür, klasik müzik iyidir…”  şeklinde yaklaşmadım müziğe… Her müziğin iyisi de var, kötüsü de…  Her zaman  kulağımın sevdiği, yakın bulduğu, bana iyi gelen, yüreğimde iyi hisler uyandıran müzikleri  dinlemeye çalıştım. Bazen sadece teknik olarak iyi bulduğum müzikleri  dinledim, bazen de hem tekniğin hem duygunun peşiden gittim. Bugün geldiğim noktada da hepsinin etkisi vardır.
Yeri geldiğinde ben Vivaldi, Beethoven da dinledim; Pink Floyd, Metallica, Neşet Ertaş, Orhan Gencebay da… Ruh halime göre… Yeri gelir bir hafta halk müziği dinlerim. Bazen kafam çok bozuktur, Megadeth dinlediğim de olur. Benim için kriter; iyi müzik…  Hiçbir zaman önyargıyla bakmadım. Ama insanları orta bir noktada buluşturmak güzel birşey…  Eğer seviyorlarsa da, caz dinleyen biri hoşuna gidip de halk müziğine  ilgi duyuyorsa ne mutlu… Biraz gezi parkı olayları gibi, farklı takımdaki insanlar birbirlerine sarıldılar. Güzel bir şey yapıyoruz 🙂
 

jjjjj
Caz müzik belli, hatta kalburüstü tabir edilen bir kesim tarafından; resmi biraz abartacak olursak kadehler ve purolar eşliğinde salonlarda dinlenen bir ön yargıda mı acaba ? “Caz gırtlağı” denen bir özellikle  yüksek sesle ine çıka icra edilen; notalar üzerinde ve felsefesini bilmeyenler için rahatsız edici de olabilen hatta… Siz yumuşacık sesinizle “caz yapıyorsunuz” bu sanının aksine…Nereden, nasıl bakmalıyız caz müziğe?

Başta şunu söylemeliyim: “Caz şarkıcısıyım” gibi bir iddiam olmadı hiçbir zaman…. Ben şarkı söylemeyi seviyorum, bu konuda eğitim aldım. Elimden geldiğince çalışıyor, dil ve stiller konusunda çok farklı türlerde şarkı söylemeye gayret ediyorum. Ama dediğiniz şey de doğru… Kendim için demiyorum ama, “İnsanlar bu müzikten anlamazlar, zor bir müziktir…” falan deyip halkı da biraz küçümsemişiz galiba caz konusunda zamanında… Dediğim gibi, bilmedikleri bir konuda insanlar korkuyor ve geride duruyorlar. “Ay biz bundan anlamayız, bunu bilmeyiz.” gibi… Aynı şey klasik müzik konserleri için de geçerlidir. İşte bunu kırmak, insanları çekmek lazım… Salonlara o insanların gelmesi lazım ki dünya üzerinde sadece popüler müziklerin olmadığını, popüler kültürün dışında da müzikler yapıldığını görsünler. 
Bence burada işin içinde halk müziğinin olmasının da çok etkisi oldu. Çünkü halk müziği bizim özümüzle ilgili bir müzik… Bu toprakların sesi… Klasik Türk müziği de öyle…  Sanıyorum oradan çok tuttu, bilinen ezgilerle yaptığımız zaman samimiyetle yakaladı insanları; yakın buldular. Yoksa birçok arkadaşımız var bu tip müzikleri samimi bir şekilde yapan…
“Ya bu türkünün böyle bir versiyonu da olabiliyormuş” diyerek, daha anlayarak, bildikleri bir eserin farklı bir versiyonunu, “Ya böyle de çalınabiliyormuş, a aa buna da caz deniyormuş, o kadar da korkulacak bir şey değilmiş” diyerek kabul ettiler… (gülüyor)

Konserlerimiz de güzel geçiyor. Bizim profilimizde sadece eli kadehli, puro içen kişiler yok, tabii onları da dışarı bırakıp ötekileştirmeyelim. Öyle insanlar da geliyor,  çaycılık yapan bir amca da geliyor; kamyon şöförü de yolda dinledim, çok beğendim diyor. Mesleki anlamda birbirinden çok kopuk gözüken, birçok farklı tarzda insanı yakalama şansımız olmuş, bunu gördüm geçen zaman içinde ve çok sevindim. Aman biz çok iyi bir iş yapıyoruz ve sadece müzikten anlayan dinlesin, şu kitle dinlesin gibi bir amacım yok dediğim gibi. Biz bunu  yapmaktan keyif alıyoruz, mümkün olduğunca müzikten taviz vermeden, duyguyu kaybetmeden elimizdeki imkanları sonuna kadar kullanıp albüm yapıyoruz ve müziğimizin insanlara ulaşmasını da çok istiyoruz. “Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez”… mesajı Neşet Ertaş’ın… İşte o çok önemli… O ruhu korumak, onu kaybetmemek, kalbe temas edip dokunabilmek… O bağı kurduğunuz zaman zaten insanlar sizi bir şekilde bırakmıyorlar, hep takip ediyorlar. Yoksa çok göz önünde biri değilim ben, mümkün olduğunca da geride durmaya çalışıyorum. Bir çok şeye gitmiyorum, reddediyorum, geride duruyorum. Biraz halk tipine daha yakınım aslında ben prototip olarak, halka yakın durmayı da seviyorum. O insanlar benim daha umurumda açıkçası… Çok tuzu kuru kesime seslenmek mi, halk mı derseniz, halk… 

Caz müziğin sunulduğu standartlardan ve bunlar arasında oluşturduğunuz farklı duruştan hazır söz ederken; zor muydu “Türkçe” sözlü caz müzik ile çıkmak bu yola?

Yoo, zaten bunu ilk yapan kişi ben değilim, geçmişte çok örneği var. Tülay German var, Sevinç Tevs var… Nükhet Ruacan, benim rahmetli hocam.
Biz de başladığımızda birçok standartta söylüyorduk; konserlerimiz oluyordu okulda ve kulüplerde dışarıda…Ama ben öyle hissetmiyorum. Bu dili konuştuğum için, bu dilde şarkı söylemek istiyorum. Fransız olsaydım Fransızca yapardım, Musevi olsaydım belki o dilde söylerdim, ona çok takılmıyorum ben. Önemli olan o ifade ettiğiniz, verdiğiniz duygu. Onun dışında,gerisi boş…

Neşet Ertaş ne dedi sizin yorumunuzu dinlediğinde, türkülerinin sizin sesinizle bu kez caz ile can bulmuş haline? 

Bilmiyorum…

Görüşemediniz mi?

Şöyle, Ankara’da 30 Ağustos Zafer Bayramı balosu olacaktı. Orada şehit haberi geldi son anda organizasyonun müzik kısmını iptal ettiler. Biz de konser verecektik orada, sonra bizi resepsiyona davet ettiler. Üzüldük tabii şehitlerimiz için, orada bir tören oldu. 5000 kişiydik o resepsiyonda, az değil,  ve biz tesadüfen aynı masaya düştük Neşet Ertaş’la… Arkadaşlarım  git konuş dedi ama ben öyle çok rahat edemem, gidip rahatsız etmek de istemem…  Gittim, tanıştım 🙂  Sonra hemen odadan albümümü aldım, ilk albümüm… Kendisine vermek istedim, verdim ama dinleyip dinlemediğini bilmiyorum, sonra bir daha göremedim.

Sonra bir kez de Cemal Reşit Rey’de konseri olmuştu. Eşim çok ısrar etti gidelim bir kez daa yakından dinleyelim diye Neşet Ustayı… Ben de 8,5 aylık hamileydim, yatıyordum, vaziyetim kritik… Dedim olsun, kritik mritik gittik. Yanına girmek istedik, kulise sokmadılar… Orada da yine bir albüm gönderdim belki kaybetmiştir, almamıştır diye… İnanın fikrini bilmiyorum ama ben hala canı gönülden, saygıyla, sevgiyle dinliyorum, anıyoruz… Üzülüyoruz… Hepimiz gelip geçiciyiz sonuçta… Baki kalan hoş bir sedaymış…
Bilmiyorum. Öğrenmek isterdim ama öğrenemedim maalesef, öyle bir şansım olmadı.

Diyelim ki ilgi duymaya başladık caz müziğe ve sizinle de başladık dinlemeye… O kadar da korkutucu bir şey değilmiş dedik 🙂

Değil tabii…

Kimlerle devam edelim caz müziğe, siz kimlerle devam ettiniz?

Çok kişisel bir şey… Ben hiçbir zaman ayırmam. Her zaman neyi seviyorsam, beğeniyorsam onu dinlerim. Klasikçiler en üstün müziğin müzik olduğunu iddia eder, cazcılar bunun caz müzik olduğunu söyler. Bana göre bu çok büyük bir saçmalık çünkü bütün müziklerin çıkış noktası insan duygusudur ve hiçbir insan duygusu diğerine göre üstün ve ya aşağıda değildir. Arabeskçi bir adam size göre farklı duygulanıyordur, onun tarzı size daha ağlak geliyordur  belki ama o adam öyle duygulanıyordur. Ne yapabilirsiniz? Onu aşağılamanın ya da küçük görmenin bir anlamı yok. Ya da öbürü çok daha kapalıdır, duygularını göstermiyor, çok ciddi duruyordur ama belki içinde fırtınalar kopuyordur. Müziğinde de daha tekniktir. Olabilir… Size hangisi yakın geliyorsa… Biraz müzik yapmayı yemek yapmaya benzetiyorum. Aynı tarifle, aynı malzemeyle yapsanız da aynı yemeği farklı olur ya, dokunuşlardır o farkı yaratan da… Hangisi hoşunuza gidiyorsa,..  Bazen depresif müziğe de ihtiyaç duyarsınız belki karamsar olduğunuz zamanlarda… Ters gelebilir ama o ruh halinden çıkmak için daha eğlenceli müzikler dinler kimi insan da.. . Benim için öyle değil. Ben duygulandıysam dibine kadar duygulanayım… Orada çok daha depresif müzik dinlemeyi tercih ediyorum. Duygusuna göre, size hangisi iyi hissettiriyorsa… 

O gün neden gelmemiş?

(Gülüyor) Söz ve müziği Erhan Gündem’e ait… Yıllar önce müzisyen bir arkadaşımla bir otelde çalışıyorduk. Yolda gidip gelirken de arabada Erhan Gündem’in albümünü dinliyorduk. Benim de albümde favori parçam; Bugün Neden Gelmedin… Kaset vardı o zaman, sürekli başa sarıyorum, sarıp sqrıp dinliyorum. Yıllar sonra eşimle evlilik hazırlıkları yaparken, bahsetti benim Erhan diye müzisyen bir arkadaşım var dedi ama soyadını söylemediği için ben hiç bağlantı kurmadım. Tabi düğünde aklım başıma geldi. Bir baktım aa, Erhan Gündem bizim düğünümüzde 🙂 Tanıştık. Sonra bir akşam yemeğe geldiler, bu şarkıyı çok sevdiğimi söyledim ben de… Erhan yarın öbür gün albüm çıkarırsan ve bu şarkıyı kulanmak istersen kullanabilirsin dedi. Albüme de daha 4-5 sene var bu esnada, dedim bayılırım, çok seviyorum bu şarkıyı öyle böyle değil 🙂 Dedim hikayesi var mı var mı bu şarkının? Var…
Gençlik döneminde yazlık bir yerdeler, bir grupları var. Her akşam herkes denizden sonra giyinip süsleniyor, çıkıyorlar falan…Erhan da bir kızdan hoşlanıyor, söylemeye de çekiniyor, heyecanlanıyor, hep erteliyor. En sonunda gücünü topluyor, o gün de kız gelmiyor. Erhan da alıyor eline gitarı , bugün neden gelmedin diye başlıyor çalıp söylemeye… Şarkının hikayesi bu… Hatta konserlerde de anlatıyorum artık arkadaşlarım da bayılacaklar yüz bininci baskı diye 🙂 İyi ki gelmemiş, böyle bir şarkı çıkmış. Zaten o terkedilmiş insanlar olmasaydı, bir çok güzel şarkı da çıkmamış olurdu. Çok güllük gülisanlık durumlarda çok da şarkı çıkmıyor. İnsanları çok etkileyen parçalar genelde aşk acısı ve ayrılıklarda sonra çıkıyor. Bunun da hikayesi bu…

Çok güzelmiş, bence de iyi ki gelmemiş:)
Bu hikayeden sizin şarkılarınızın hikayesine geçelim mi?
Yazdıklarınız meselesi hayatla olan, hayatı ve kendimizi sorgulayan sözler gibi geliyor bana… Özellikle de “Hayat”
“Yine de hayat, verilen en güzel hediye
Ardına bakma, anını yaşa sen gönlünce…”
Neden hep hayata dair söyler ve aslında iyi ki de öyleler…

Teşekkür ederim.  Bugün varız yarın yokuz. İnsanoğlu, geçiciyiz. Bir ara insan psikolojisine çok sarmıştım. Çok fazla kitap okuyordum, bununla ilgili bir sürü video izlemiştim, psikiyatr arkadaşlarım vardı.Bir gün birinin söylediği şey çok ilgimi çekti: “Sadece çocuklar anı yaşıyor” dedi. “Büyük insanlar ya hep geçmişle hesaplaşıyorlar ya da geleceği planlıyorlar. Bunu neden yapmadım, yarın ne yapacağım… O “an”ı her zaman kaçırıyoruz. 
Bir tek çocuklar… Dünya yansa umurlarında değil. Anı yaşamak aslında çok önemli”dedi. Ben de o hatayı yapıyordum. O günden beri kafam bişeye bozulduğunda  boşver diyorum, geçti gitti. Düşündükçe ne yapıyorsun? Bu anı da berbat ediyor, kaçırıyorsun. O an bir daha gelmiyor. Bunu anlasak… Daha dün çocuktuk, bazen bakıyorum da ne çabuk geçmiş zaman…
“Hayat”ın da hikayesi bu…
“Kendinle Kalırsın” çok depresif bir zamanımda çıkmıştı. Hayatın gerçekleri… Bizde de herhalde biraz manik depresif durumlar var, bazen çok iniyoruz bazen çok yükseliyoruz  🙂

Pamuk şeker mi hala çocukluktan kalma hayalleriniz, o güzel bulutlar?

Ben o şarkıyı sevdiğim bir yer için; Akçakese Köyü’nün sahili için yaptım. Oraya gidince hep böyle hissediyorum,çok güzel bir yer. Orada evimiz de var, hatta yarın oraya gideceğim.  En sevdiğim yer. Zaten ikinci albümümüzün kapak çekimlerini de orada yaptık. Evet orada pamuk şeker gibi. Doğal bir ortam, binalar yok, kumsal, deniz, bulutlar, kayalar… Güzel 🙂

İlk albümünüz “Jazz istanbul volume 1”, ikincisi “volume 2″… Bu böyle nereye kadar gider sizce?

Allah bize ömür verdiği sürece gider. Albüm çıkarmanın kolay bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü duygularınızı bi toparlamanız lazım, kendinizi  toparlamanız lazım. Sonuçta ben bir de evliyim, iki küçük çocuğum var, yardımcım yok, eşim yurt dışında çalışıyor. Hem anneyim, hem ev hanımıyım, hem müzisyenim. Bin tane işim var ve ciddi konsantrasyon, iyi bir çalışma gerektiriyor. Sanıyorum bu sene üçüncüye başlarız, hayata geçirebilirsek… Allah bize sağlıklı ömür verdiği sürece müzik yapmaya devam edeceğiz.  Kaça kadar gider, kısmet, bilemiyoruz. Sonsuza kadar gitse keşke 🙂

Peki hep böyle mi gider sonsuza; değişir, dönüşür mü müziğinizle birlikte “volume” de yoksa?

Benim için hiç bir farkı yok ki hiçbir şarkının birbirinden… Duygusuna bakar, sevdiğim her şarkıyı söylerim. Sonuçta ben şarkıcıyım. Bir iddiaö yok ve “ben caz şarkıcısıyım, halk müziği sanatçısıyım, şöyleyim böyleyim” gibi kendimi kategorize de etmiyorum. Ben şarkı söylemeyi seviyorum benim mesleğim bu…Bu stilde şu an devam etmeyi seviyorum.  İstanbul 12 orkestrasıyla da çalışıyorum. Orada müzikallerden de, Arnavut türküsü de İbranice şarkı da, funk da söylüyorum. Çok alakasız görünen bir sürü parça… Bunun bana katkı sağladığını da düşünüyorum, ciddi bir çalışma gerektiriyor, o dile, telaffuza şarkıya çalışıyor, anlamlarına bakıyor, ruhunu anlamaya çalışıyorsunuz. Bir sürü şey var işin içinde. Sadece ses çıkarmak değil, yoksa herkes şarkı söyler ne olacak.

Anladığım kadarıyla “Hayat” da olduğu gibi, müziğinizde de anı yaşamayı seçmişsiniz…

Evet, sıkıştırmak istemiyorum kendimi. Şunu yapacağım, bunu yapacağım değil… Benim kriterim iyi müzik yapmak, taviz vermemek. Biraz anarşist bir tarafım da var bu konuda, yürüdüğüm yolda… Profesyonel müzik hayatımda biraz dik kafalıyım. Şu olacak, bu olacak ya da yokum ben orada… Biraz şartlarım var. Bunları da yapmazsanız, çok da kıymetiniz olmuyor açıkçası… Biraz kendiniz belirliyorsunuz durduğunuz yeri, çizginizi. Ama iyi de oluyor. Çünkü bu teknik açıdan, ses sistemleri, sahne kurulumu açısından önemli.  Müzisyenin iyi ses sistemiyle çalışması, karşı tarafa iyi ses sunması demek. .. Yoksa siz istediğiniz kadar muhteşem olun, kötü bir sistemle çalıştığınız zaman olmaz. Kendi bulunduğum alanda taviz vermeden biraz dediği dedik ilerlemeye gayret ediyorum. Bu da müzikalite açısından… Kapris yapmak için falan değil. Yaptığımız şeyi en iyi şekilde yapalım. İş olarak da görmüyorum zaten, bu benim hayat biçimim. O yüzden ufak eksikliklerde çok da kızarım, “hööyyt” falan 🙂 sinirlenirim…

Çok sık rastladığım bir açıklama hakkında yorumunuzu almak isterim;, bu müziğin eğitimini almış, içinden biri olarak ne düşünüyorsunuz bu konuda çok merak ediyorum. Müzisyenlerden son zamanlarda sık duyduğumuz bir açıklama “Artık caz bile söylerim.”
Caz “bile” mi yapılır?

Bu aslında bana biraz göre ukalalık… Çünkü “Caz en üstün, en yüce müziktir” demek aslında bu benim yorumumca… Böyle bişey yok. Ben hepsine eşit uzaklıkta duruyorum.Çünkü hepsi insan duygusu çıkışlı… Bunu yaptığınız zaman insana saygısızlık yapmış oluyorsunuz. Ben böyle bir şey iddia etmem ve böyle bir şey de kabul etmem. Ötekileştirmeye gerek yok. Birisi için o çok yüksek bir müzik olabilir, ama diğeri için de halk müziği çok yüksek bir müziktir, ve ya pop müzik üstün bir müziktir. Herkes istediğini dinlesin, kimseyi zorlayamazsın.  Bizim görevimiz, bence misyonumuz da aynı zamanda, elimizden geldiğince iyiyi sunmak insanlara, Ordan yakalamaya çalışmak. Yoksa vasat işlerle herkes bir şekilde yakalıyor. Ama kaliteden, iyiden ödün vermeden becerebiliyorsanız, ne ala ne büyük mutluluk…

Peki ya yine son zamanlarda daha sık düzenlenen caz festivallerinin caz müziğe ve müzisyenlerine kattıkları?

İstanbul’daki konserlere, festivallere baktığınız zaman hep yurt dışından gelen misafirlerin acayip sükse yapması, çok ciddi ağırlanması, onlara büyük bütçeler ayrılması, büyük sponsorlukların onların arkasında olması. finansal destek sağlanması falan… İstanbul çok umurumda değil, çok da ciddiye almıyorum açıkçası... İstanbul Caz Festivali’nde 2 konser yaptık. Ama inanın şunu da düşünmüyor değilim, eşimle bazen çok gülüyoruz. Hadi gel Amerika’ya ya da Kanada’ya gidelim diyor, on sene sonra geldiğimizde “Aa, Amerika’dan gelen caz sanatçımız.”
İstanbul’da böyle bir durum var maalesef, çok üzülerek söylüyorum. Ama İstanbul dışından inanılmaz keyif alırım konserlerde… Çünkü insanlar çok sıcak takip ediyorlar, hiçbir şey kaçırmıyorlar, her şey çok kıymetli… İstanbul’da bir şımarıklık var. Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm ama bunu hiçbir zaman anlayamadım. Bi akşamda tabi 20 tane konser olursa, bir yerden bir yere gitmek çok zor, maddi olarak İstanbul’da yaşamak çok zor. İstanbul benim açıkçası umrumda değil. Şu an mesela burada konserdeyiz. Önümüzdeki günlerde Alanya var, bodrum, adana Çukurova senfoniyle bir konser yapacağız. Hep İstanbul dışı ve ben bundan inanılmaz mutluyum. İstanbul da çok da fazla kıymeti yok. Çünkü bir tüketim alışkanlığı var orda. Tüket at tüket at ne yaparsanız yapın. İstemiyorum da çıkmıyorum da zaten. Kızıyorlar niye çıkmıyorsun diye, niye çıkayım? Şurada şu kadar güzel bir yerde konser yapmak, niye biz bunu İstanbul da yapamıyoruz ben orda doğdum büyüdüm neden yapamıyorum bir  tuhaflık yok mu yani Bu sorunun cevabı yok bende , o yüzden çok umrumda değil, bende  diyorum o zaman biz önümüze bakalım güzel güzel bize imkanlar sunuluyor, buralarda çok daha sıcak karşılanıyoruz, mutlu oluyoruz. O zaman böyle olsun diyorum, kızdım yine 🙂

Burcunuzu merak ettim şimdi de 🙂

(Ellerini başına kötürüp parmaklarıyla boynuz işareti yaparak )
Koç burcuyum 🙂

Radyo programımın da, blogun da ismi “Güneş Enerjisi”
Hayat şarkınızın nakaratıyla yükseltiyorum ben bir süredir enerjimi:)
Siz nelerden toplarsınız enerjinizi?

Aslında benim genel olarak enerjim çok yüksek değil, ben enerjimi geçmiş yıllarda çok tükettiğimi düşünüyorum, özellikle  İstanbul’daki bu debelenme dönemimde ve o yüzden de bıraktım herşeyi artık, enerjimi çok doğru ve güzel kullanmayı tercih ediyorum. Aslında yaptığımız müzikte de enerjimiz çok yüksek değil bence, insanlar mutlu oluyorlar garip bir şekilde. Genel olarak depresif mesajlar çok var ama huzur duyuyoruz diyorlar, ne mutlu…  Kötü bir şey olsa üzülürüm çünkü...

Jülide Hanım, şahane bir sohbetti, çok teşekkür ederim röportaj teklifimizi geri çevirmediğiniz ve şarkılarınızın hikayesini paylaştığınız, yolunuzu yolumuza kattığınız için… Ben severek devam edeceğim şarkılarınızı programımda çalmaya ve “Yine de Hayat” diye mırıldanmaya 🙂 Soundcheck başlamak üzere, son kez dinleriz eklemek istediklerinizi seve seve…

Sizlerin dinleyiciler konusunda bu attığınız adımlar çok önemli. Yaklaşık bir 10 yıl önce olsaydı insanlarla buluşma şansımız yoktu, çünkü popüler kültüre ait bir iş yapmıyoruz ve bizim parçalarımızı radyolar çalmıyordu. Bizi kaale alıp “bizim gibilerle” röportaj yapmıyorlardı.
Ama şimdi herşey ortada, internetin çok faydası olduğunu söyleyebilirim bu konuda. Kopyalama ve telif hakları konusunda sıkıntılar çok var ama en azından yayılma ve duyulma anlamında çok faydalı oldu. Çünkü beğenen biri gönülden paylaşıyor, bir arkadaşına tavsiye ediyor, albüm hediye ediyor. Dolayısıyla biz de yavaş yavaş anlaşılmış, dinlenmiş oluyoruz, bu da önemli bir şey benim için… Sizlerin katkısı çok büyük, teşekkür ederim.


Jülide Özçelik’in yanından ayrılmadan önce, bu günün anısına Çanakkale’nin seramik narlarından hediye etmek istiyorum ona. Hikaye bu ya; narların ona Gizli Cennet şarkısını yazdıran, Jazz İstanbul Volume 2 albümünün de kapağını süsleyen pamuk şeker bulutlu Akçakese Köyü’ndeki evine asacağını öğrenince, hayatın verilen en güzel hediye olduğunu mırıldanıyorum gülümseyerek birkez daha… Adıma imzalı Jazz İstanbul Volume 2 albümüm de bu kesişen yol hikayemizden çok kıymetlli bir hatıra bana…  Çok teşekkür ederim sevgili Jülide Özçelik’e şarkılarıyla dokunduğu için ruhuma ve röportajıyla yolunu, enerjisini kattığı için yoluma…

Kocaman bir teşekkür de Jülide Özçelik’in menajeri, müzisyen arkadaşı sevgili Zümra Lü Oktayoğlu’na ve Çanakkale Belediyesi Kültür Sanat Birimi’ne…
İstanbul12 Orkestrası’ndan da bahsetmeliyim size tam da bu esnada. Çok mutluyum bu vesileyle tanıştığım için bu grupla da… Orkestra hakkında kısa bir bilgi ve tüm müzisyenlerin yer aldığı eğlenceli şarkıları “Bile Bile” aşağıda; Soner Şeker’in “İyi misin sen” isimli şarkısı da vazgeçilmezlerim arasında…

“Hediye” gibi katılsın şarkılarınız sizin de yolunuza…
An’a…

Jülide Özçelik’in de vokalleri arasında yer aldığı, Zümra Lü Oktayoğlu’nun yan flüt çaldığı,  Hüseyin Cahit Lü tarafından 2003 yılında bir aile orkestrası olarak kurulan İstanbul12 Orkestorkestrası; 15 başarılı müzisyenle devam ediyor müzikal yolculuğuna…
Sahnede Türkçe’nin yanı sıra İngilizce, Fransızca, İtalyanca,İspanyolca, Arapça, Rumca, Rusca, İbranice ve Balkan dillerinde, rengarenk türlerde çok geniş bir yelpazede evrensel müzik icra ediyorlar.  İstanbul12 orkestrası’nın “İlk” isimli bir de albümleri var. İsmini İstanbul’dan alan ve ilk olarak orada sahneye çıkan orkestra; müziğini ve İstanbul ruhunu dünyayla paylaşıyor.