Category Archives: Jülide Özçelik Röportaj

Türkülere “caz” katan Jülide Özçelik ile, kalpten kalbe; müzik, hayat, duygu, insan ve “an” üzerine…

Standard

Paylaşılan bir şarkıda tesadüf ettim ona…
Uzun sarı saçları kırmızıya, maviye, mora karışmış gizemli  bir kadın vardı videonun başındaki fotoğrafta…
“Jazz İstanbul Volume 1” albümün adı da…
Hemen “tıkladım” farklı bir müzikle tanışacak olmanın merakıyla.
Çok güzel bir ses,  çekti götürdü beni tanıdık bir hikayenin tam ortasına…

2220_49131947444_4378_n
Kırgınlığını, hayal kırıklığını gizlemeye çalışan naif bir soruyla başlıyordu şarkıya,
O gün neden gelmediğine usulca bir cevap arayan ses;
gittikçe güçleniyordu rastlamayı umut ettikçe ona yıllar sonra, mehtaplı bir yaz akşamında…
Sonra yine çekiliyordu kabuğuna; “Bir umut vardı; gelmedin ama”
Bugün neden gelmedin diye sorar buldum kendimi onunla…
Beklediği gelmeyen ben oldum sanki, geri duramayarak dinlemekten bu yarım kalmış hikayeyi defalarca…
Keşke gelseymiş dedim bir ara;
iyi ki gelmemiş de bu şarkı mı çıkmış, biraz bencilce, yoksa?
İyi de olurmuş gelseymiş hani; neden gelmemiş sahi?
Ben, buluşturdum aklımda bu hikayenin kahramanlarını bir deniz kıyısında…
Ve aylar sonra, Jülide Özçelik’ten dinledim asıl hikayeyi, boğazın karşısında 🙂

Jülide Özçelik muhteşem bir konser verdi Çanakkale’de 50. Troia Festivali kapsamında
Yol bu ya,
“Gizli Cennet” de tasvir ettiği gibi, bulutların pamuk şeker gibi tertemiz olduğu,
“Huzurlu hali başka güzel, coşkusu rengarenk ve alımlı,  grisi hırçın ve de sınırsız” Gökçeada’da,
Yol boyu , sürpriz gibi Jazz İstanbul Volume 2 CD’si arabada,
“Yine de hayat, verilen en güzel hediye, …” diye   yüksek sesle eşlik ederken fona,
şükrederken gizliden, yine aynı müzikte buluştuğumuza mutlu olduğum arkadaşlarımla adada ve aslında yaşamdaki her anımıza,
“Ardına bakma, anını yaşa sen gönlünce” diyerek gülümseyecektik bu güzel tesadüfümüze, bu kez onu sahnede canlı canlı dinlerken bir hafta sonra…
Hatta Jülide Özçelik’le de paylaşacaktık bu minik yol hikayemizi, “Gökçeada Hayat Vokal Ekibi” olarak birlikte gittiğimiz röportajda…

jjj

Adettendir diye demiyorum; birazdan okuyacaksınız, öyle keyifle sohbet ettik ki konser öncesinde…
Türkülere can’ı “caz” ile katıyor Jülide Özçelik büyüleyici sesiyle…
Neşet Ertaş’ın “Gönül Dağı”, “Yalan Dünya”sı, Aşık Veysel’in “Mecnunum Leylamı Gördüm” ile
“Kara Toprak” ını kendi tarzıyla yorumlarken müziğiyle, duru sesiyle içimize doluyor, duygudan duyguya taşıyor  ustaların eli üzerinde, bağ kuruyor kalpten kalbe…
Caz söylüyor diye kategorize etmeyin onu, her türlü müziği dinliyor ruh haline göre,
Bir türlü anlayamıyor cazı gözünde büyütenleri de, saygı duyuyor tüm müzik tercihlerine…
Yeter ki iyi müzik olsun, duygusu, hikayesi dokunsun içine…
Etiketlerin değil, iyi müzik yapma derdinde…

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin Hafif Batı Müziği bölümünde başladı eğitimine
İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik bölümünde birbirinden değerli akademisyenlerle çalışarak, Caz Vokal Performans Bölümünü bitirdi.
Bize ait ama evrensel standartlarda ve Türkçe sözlü bir caz albümü yapma fikriyle, kendi bestelerini ve sevdiği türküleri, okuldan da yol arkadaşı olan genç müzisyenlerle yorumladı çıkardığı iki albümünde de…
Sahnedeki o duru, sakin kadın, tahammül edemiyor müzik kalitesinden ödün verme ihtimaline, teknik aksiliklere…
Bol gülümsemeli ve onu daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz koyu sohbetimizi noktalıyoruz prova vakti geldiğinde…

BRkDDHSCIAE5akr
Cem Tuncer, Ediz Hafızoğlu ve Ercüment Orkut eşlik ediyor o gece ona sahnede
Çanakkale Boğazı’nın eteğinde sığınıyoruz sesine; oradan açılıyoruz türkülerle, hikayemizle ardımıza bakmadan, “an”da kalarak denizimize…
Şarkılarını katıyoruz bu yolculukta önümüze de…
Hayat; verilen en güzel hediye değil de ne?

Hoşgeldiniz Çanakkale’ye, öyle mutluyum ki sizinle tanıştığım  ve enerjinizi kattığınız için enerjimize 🙂
Hoşa gitmeyen durumlardan, uzadığı düşünüldüğünden kısa kesilmesi istenilen konuşmalardan “caz yapma” deyip, üste çıkarak sıyrılan bir geleneğin karşısında yola “caz yapmak” için çıkmak nasıl?

Aslında “Caz yapmak” için demeyelim de, yola;  insanlara iyi müzik dinletme derdiyle çıktım ben… Müziğin kategorize edilmesinden çok da hoşlanmıyorum. “İyi müzik” yapalım ve halk da dinlesin istedim. Halka aşağı yukarı aynı müzikler sunuyor ve bu genel kültür anlayışında şu sonuca varıyorlar: İnsanlar bunu seviyor, bunu dinliyor.  Hayır! İnsanlara hep aynı şeyleri veriyorsunuz ve mecburen onları dinliyorlar; sevmek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla, biz böyle bir şey yapalım dedim. İnsanlar da sevdiler sağ olsunlar, yürekten desteklediler. Beğeniyle, sevgiyle takip ediyorlar. Biz de yavaş yavaş bulunduğumuz yere kadar geldik; elimizden geldiğince, okuldan aldığımız eğitim ve geldiğimiz gelenek doğrultusunda iyi müzik yapmaya gayret ediyoruz.
O “caz yapma” lafı da zamanla değişecektir. İnsanlar bilmedikleri konularla ilgili böyle kötü şeyler söyleyebilirler ama bundan sonra artık söylemeyecekler diye düşünüyorum. (gülüyor)

Hakkınızdaki yorumlar çok tatlı sosyal medyada… Sesinize sarılmak isteyen de var, tiramisuya benzeten de 🙂
Türkü dinleyen, dinlemeyen, caza ilgi duyan, hiç bilmeyen, halk müziği seven, çoğunlukla da alışılan ya da sizin de dediğiniz gibi bir şekilde dayatılan müziklerin seçenekleri arasında kalanların kulağını genişlettiğinizi, bu kez “caz” ile “can” bulmuş türkülerimizde birleştirdiğinizi görüyorum dinleyenlerinize baktığımda sanki… Siz nasıl görüyorsunuz bizi?

Ben de sizin gördüğünüz gibi gördüğüm için iyi müzik yapma derdindeyim zaten… Ben hiçbir zaman, “türkü iyidir, caz kötüdür, pop kötüdür, klasik müzik iyidir…”  şeklinde yaklaşmadım müziğe… Her müziğin iyisi de var, kötüsü de…  Her zaman  kulağımın sevdiği, yakın bulduğu, bana iyi gelen, yüreğimde iyi hisler uyandıran müzikleri  dinlemeye çalıştım. Bazen sadece teknik olarak iyi bulduğum müzikleri  dinledim, bazen de hem tekniğin hem duygunun peşiden gittim. Bugün geldiğim noktada da hepsinin etkisi vardır.
Yeri geldiğinde ben Vivaldi, Beethoven da dinledim; Pink Floyd, Metallica, Neşet Ertaş, Orhan Gencebay da… Ruh halime göre… Yeri gelir bir hafta halk müziği dinlerim. Bazen kafam çok bozuktur, Megadeth dinlediğim de olur. Benim için kriter; iyi müzik…  Hiçbir zaman önyargıyla bakmadım. Ama insanları orta bir noktada buluşturmak güzel birşey…  Eğer seviyorlarsa da, caz dinleyen biri hoşuna gidip de halk müziğine  ilgi duyuyorsa ne mutlu… Biraz gezi parkı olayları gibi, farklı takımdaki insanlar birbirlerine sarıldılar. Güzel bir şey yapıyoruz 🙂
 

jjjjj
Caz müzik belli, hatta kalburüstü tabir edilen bir kesim tarafından; resmi biraz abartacak olursak kadehler ve purolar eşliğinde salonlarda dinlenen bir ön yargıda mı acaba ? “Caz gırtlağı” denen bir özellikle  yüksek sesle ine çıka icra edilen; notalar üzerinde ve felsefesini bilmeyenler için rahatsız edici de olabilen hatta… Siz yumuşacık sesinizle “caz yapıyorsunuz” bu sanının aksine…Nereden, nasıl bakmalıyız caz müziğe?

Başta şunu söylemeliyim: “Caz şarkıcısıyım” gibi bir iddiam olmadı hiçbir zaman…. Ben şarkı söylemeyi seviyorum, bu konuda eğitim aldım. Elimden geldiğince çalışıyor, dil ve stiller konusunda çok farklı türlerde şarkı söylemeye gayret ediyorum. Ama dediğiniz şey de doğru… Kendim için demiyorum ama, “İnsanlar bu müzikten anlamazlar, zor bir müziktir…” falan deyip halkı da biraz küçümsemişiz galiba caz konusunda zamanında… Dediğim gibi, bilmedikleri bir konuda insanlar korkuyor ve geride duruyorlar. “Ay biz bundan anlamayız, bunu bilmeyiz.” gibi… Aynı şey klasik müzik konserleri için de geçerlidir. İşte bunu kırmak, insanları çekmek lazım… Salonlara o insanların gelmesi lazım ki dünya üzerinde sadece popüler müziklerin olmadığını, popüler kültürün dışında da müzikler yapıldığını görsünler. 
Bence burada işin içinde halk müziğinin olmasının da çok etkisi oldu. Çünkü halk müziği bizim özümüzle ilgili bir müzik… Bu toprakların sesi… Klasik Türk müziği de öyle…  Sanıyorum oradan çok tuttu, bilinen ezgilerle yaptığımız zaman samimiyetle yakaladı insanları; yakın buldular. Yoksa birçok arkadaşımız var bu tip müzikleri samimi bir şekilde yapan…
“Ya bu türkünün böyle bir versiyonu da olabiliyormuş” diyerek, daha anlayarak, bildikleri bir eserin farklı bir versiyonunu, “Ya böyle de çalınabiliyormuş, a aa buna da caz deniyormuş, o kadar da korkulacak bir şey değilmiş” diyerek kabul ettiler… (gülüyor)

Konserlerimiz de güzel geçiyor. Bizim profilimizde sadece eli kadehli, puro içen kişiler yok, tabii onları da dışarı bırakıp ötekileştirmeyelim. Öyle insanlar da geliyor,  çaycılık yapan bir amca da geliyor; kamyon şöförü de yolda dinledim, çok beğendim diyor. Mesleki anlamda birbirinden çok kopuk gözüken, birçok farklı tarzda insanı yakalama şansımız olmuş, bunu gördüm geçen zaman içinde ve çok sevindim. Aman biz çok iyi bir iş yapıyoruz ve sadece müzikten anlayan dinlesin, şu kitle dinlesin gibi bir amacım yok dediğim gibi. Biz bunu  yapmaktan keyif alıyoruz, mümkün olduğunca müzikten taviz vermeden, duyguyu kaybetmeden elimizdeki imkanları sonuna kadar kullanıp albüm yapıyoruz ve müziğimizin insanlara ulaşmasını da çok istiyoruz. “Kalpten kalbe bir yol vardır, görünmez”… mesajı Neşet Ertaş’ın… İşte o çok önemli… O ruhu korumak, onu kaybetmemek, kalbe temas edip dokunabilmek… O bağı kurduğunuz zaman zaten insanlar sizi bir şekilde bırakmıyorlar, hep takip ediyorlar. Yoksa çok göz önünde biri değilim ben, mümkün olduğunca da geride durmaya çalışıyorum. Bir çok şeye gitmiyorum, reddediyorum, geride duruyorum. Biraz halk tipine daha yakınım aslında ben prototip olarak, halka yakın durmayı da seviyorum. O insanlar benim daha umurumda açıkçası… Çok tuzu kuru kesime seslenmek mi, halk mı derseniz, halk… 

Caz müziğin sunulduğu standartlardan ve bunlar arasında oluşturduğunuz farklı duruştan hazır söz ederken; zor muydu “Türkçe” sözlü caz müzik ile çıkmak bu yola?

Yoo, zaten bunu ilk yapan kişi ben değilim, geçmişte çok örneği var. Tülay German var, Sevinç Tevs var… Nükhet Ruacan, benim rahmetli hocam.
Biz de başladığımızda birçok standartta söylüyorduk; konserlerimiz oluyordu okulda ve kulüplerde dışarıda…Ama ben öyle hissetmiyorum. Bu dili konuştuğum için, bu dilde şarkı söylemek istiyorum. Fransız olsaydım Fransızca yapardım, Musevi olsaydım belki o dilde söylerdim, ona çok takılmıyorum ben. Önemli olan o ifade ettiğiniz, verdiğiniz duygu. Onun dışında,gerisi boş…

Neşet Ertaş ne dedi sizin yorumunuzu dinlediğinde, türkülerinin sizin sesinizle bu kez caz ile can bulmuş haline? 

Bilmiyorum…

Görüşemediniz mi?

Şöyle, Ankara’da 30 Ağustos Zafer Bayramı balosu olacaktı. Orada şehit haberi geldi son anda organizasyonun müzik kısmını iptal ettiler. Biz de konser verecektik orada, sonra bizi resepsiyona davet ettiler. Üzüldük tabii şehitlerimiz için, orada bir tören oldu. 5000 kişiydik o resepsiyonda, az değil,  ve biz tesadüfen aynı masaya düştük Neşet Ertaş’la… Arkadaşlarım  git konuş dedi ama ben öyle çok rahat edemem, gidip rahatsız etmek de istemem…  Gittim, tanıştım 🙂  Sonra hemen odadan albümümü aldım, ilk albümüm… Kendisine vermek istedim, verdim ama dinleyip dinlemediğini bilmiyorum, sonra bir daha göremedim.

Sonra bir kez de Cemal Reşit Rey’de konseri olmuştu. Eşim çok ısrar etti gidelim bir kez daa yakından dinleyelim diye Neşet Ustayı… Ben de 8,5 aylık hamileydim, yatıyordum, vaziyetim kritik… Dedim olsun, kritik mritik gittik. Yanına girmek istedik, kulise sokmadılar… Orada da yine bir albüm gönderdim belki kaybetmiştir, almamıştır diye… İnanın fikrini bilmiyorum ama ben hala canı gönülden, saygıyla, sevgiyle dinliyorum, anıyoruz… Üzülüyoruz… Hepimiz gelip geçiciyiz sonuçta… Baki kalan hoş bir sedaymış…
Bilmiyorum. Öğrenmek isterdim ama öğrenemedim maalesef, öyle bir şansım olmadı.

Diyelim ki ilgi duymaya başladık caz müziğe ve sizinle de başladık dinlemeye… O kadar da korkutucu bir şey değilmiş dedik 🙂

Değil tabii…

Kimlerle devam edelim caz müziğe, siz kimlerle devam ettiniz?

Çok kişisel bir şey… Ben hiçbir zaman ayırmam. Her zaman neyi seviyorsam, beğeniyorsam onu dinlerim. Klasikçiler en üstün müziğin müzik olduğunu iddia eder, cazcılar bunun caz müzik olduğunu söyler. Bana göre bu çok büyük bir saçmalık çünkü bütün müziklerin çıkış noktası insan duygusudur ve hiçbir insan duygusu diğerine göre üstün ve ya aşağıda değildir. Arabeskçi bir adam size göre farklı duygulanıyordur, onun tarzı size daha ağlak geliyordur  belki ama o adam öyle duygulanıyordur. Ne yapabilirsiniz? Onu aşağılamanın ya da küçük görmenin bir anlamı yok. Ya da öbürü çok daha kapalıdır, duygularını göstermiyor, çok ciddi duruyordur ama belki içinde fırtınalar kopuyordur. Müziğinde de daha tekniktir. Olabilir… Size hangisi yakın geliyorsa… Biraz müzik yapmayı yemek yapmaya benzetiyorum. Aynı tarifle, aynı malzemeyle yapsanız da aynı yemeği farklı olur ya, dokunuşlardır o farkı yaratan da… Hangisi hoşunuza gidiyorsa,..  Bazen depresif müziğe de ihtiyaç duyarsınız belki karamsar olduğunuz zamanlarda… Ters gelebilir ama o ruh halinden çıkmak için daha eğlenceli müzikler dinler kimi insan da.. . Benim için öyle değil. Ben duygulandıysam dibine kadar duygulanayım… Orada çok daha depresif müzik dinlemeyi tercih ediyorum. Duygusuna göre, size hangisi iyi hissettiriyorsa… 

O gün neden gelmemiş?

(Gülüyor) Söz ve müziği Erhan Gündem’e ait… Yıllar önce müzisyen bir arkadaşımla bir otelde çalışıyorduk. Yolda gidip gelirken de arabada Erhan Gündem’in albümünü dinliyorduk. Benim de albümde favori parçam; Bugün Neden Gelmedin… Kaset vardı o zaman, sürekli başa sarıyorum, sarıp sqrıp dinliyorum. Yıllar sonra eşimle evlilik hazırlıkları yaparken, bahsetti benim Erhan diye müzisyen bir arkadaşım var dedi ama soyadını söylemediği için ben hiç bağlantı kurmadım. Tabi düğünde aklım başıma geldi. Bir baktım aa, Erhan Gündem bizim düğünümüzde 🙂 Tanıştık. Sonra bir akşam yemeğe geldiler, bu şarkıyı çok sevdiğimi söyledim ben de… Erhan yarın öbür gün albüm çıkarırsan ve bu şarkıyı kulanmak istersen kullanabilirsin dedi. Albüme de daha 4-5 sene var bu esnada, dedim bayılırım, çok seviyorum bu şarkıyı öyle böyle değil 🙂 Dedim hikayesi var mı var mı bu şarkının? Var…
Gençlik döneminde yazlık bir yerdeler, bir grupları var. Her akşam herkes denizden sonra giyinip süsleniyor, çıkıyorlar falan…Erhan da bir kızdan hoşlanıyor, söylemeye de çekiniyor, heyecanlanıyor, hep erteliyor. En sonunda gücünü topluyor, o gün de kız gelmiyor. Erhan da alıyor eline gitarı , bugün neden gelmedin diye başlıyor çalıp söylemeye… Şarkının hikayesi bu… Hatta konserlerde de anlatıyorum artık arkadaşlarım da bayılacaklar yüz bininci baskı diye 🙂 İyi ki gelmemiş, böyle bir şarkı çıkmış. Zaten o terkedilmiş insanlar olmasaydı, bir çok güzel şarkı da çıkmamış olurdu. Çok güllük gülisanlık durumlarda çok da şarkı çıkmıyor. İnsanları çok etkileyen parçalar genelde aşk acısı ve ayrılıklarda sonra çıkıyor. Bunun da hikayesi bu…

Çok güzelmiş, bence de iyi ki gelmemiş:)
Bu hikayeden sizin şarkılarınızın hikayesine geçelim mi?
Yazdıklarınız meselesi hayatla olan, hayatı ve kendimizi sorgulayan sözler gibi geliyor bana… Özellikle de “Hayat”
“Yine de hayat, verilen en güzel hediye
Ardına bakma, anını yaşa sen gönlünce…”
Neden hep hayata dair söyler ve aslında iyi ki de öyleler…

Teşekkür ederim.  Bugün varız yarın yokuz. İnsanoğlu, geçiciyiz. Bir ara insan psikolojisine çok sarmıştım. Çok fazla kitap okuyordum, bununla ilgili bir sürü video izlemiştim, psikiyatr arkadaşlarım vardı.Bir gün birinin söylediği şey çok ilgimi çekti: “Sadece çocuklar anı yaşıyor” dedi. “Büyük insanlar ya hep geçmişle hesaplaşıyorlar ya da geleceği planlıyorlar. Bunu neden yapmadım, yarın ne yapacağım… O “an”ı her zaman kaçırıyoruz. 
Bir tek çocuklar… Dünya yansa umurlarında değil. Anı yaşamak aslında çok önemli”dedi. Ben de o hatayı yapıyordum. O günden beri kafam bişeye bozulduğunda  boşver diyorum, geçti gitti. Düşündükçe ne yapıyorsun? Bu anı da berbat ediyor, kaçırıyorsun. O an bir daha gelmiyor. Bunu anlasak… Daha dün çocuktuk, bazen bakıyorum da ne çabuk geçmiş zaman…
“Hayat”ın da hikayesi bu…
“Kendinle Kalırsın” çok depresif bir zamanımda çıkmıştı. Hayatın gerçekleri… Bizde de herhalde biraz manik depresif durumlar var, bazen çok iniyoruz bazen çok yükseliyoruz  🙂

Pamuk şeker mi hala çocukluktan kalma hayalleriniz, o güzel bulutlar?

Ben o şarkıyı sevdiğim bir yer için; Akçakese Köyü’nün sahili için yaptım. Oraya gidince hep böyle hissediyorum,çok güzel bir yer. Orada evimiz de var, hatta yarın oraya gideceğim.  En sevdiğim yer. Zaten ikinci albümümüzün kapak çekimlerini de orada yaptık. Evet orada pamuk şeker gibi. Doğal bir ortam, binalar yok, kumsal, deniz, bulutlar, kayalar… Güzel 🙂

İlk albümünüz “Jazz istanbul volume 1”, ikincisi “volume 2″… Bu böyle nereye kadar gider sizce?

Allah bize ömür verdiği sürece gider. Albüm çıkarmanın kolay bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü duygularınızı bi toparlamanız lazım, kendinizi  toparlamanız lazım. Sonuçta ben bir de evliyim, iki küçük çocuğum var, yardımcım yok, eşim yurt dışında çalışıyor. Hem anneyim, hem ev hanımıyım, hem müzisyenim. Bin tane işim var ve ciddi konsantrasyon, iyi bir çalışma gerektiriyor. Sanıyorum bu sene üçüncüye başlarız, hayata geçirebilirsek… Allah bize sağlıklı ömür verdiği sürece müzik yapmaya devam edeceğiz.  Kaça kadar gider, kısmet, bilemiyoruz. Sonsuza kadar gitse keşke 🙂

Peki hep böyle mi gider sonsuza; değişir, dönüşür mü müziğinizle birlikte “volume” de yoksa?

Benim için hiç bir farkı yok ki hiçbir şarkının birbirinden… Duygusuna bakar, sevdiğim her şarkıyı söylerim. Sonuçta ben şarkıcıyım. Bir iddiaö yok ve “ben caz şarkıcısıyım, halk müziği sanatçısıyım, şöyleyim böyleyim” gibi kendimi kategorize de etmiyorum. Ben şarkı söylemeyi seviyorum benim mesleğim bu…Bu stilde şu an devam etmeyi seviyorum.  İstanbul 12 orkestrasıyla da çalışıyorum. Orada müzikallerden de, Arnavut türküsü de İbranice şarkı da, funk da söylüyorum. Çok alakasız görünen bir sürü parça… Bunun bana katkı sağladığını da düşünüyorum, ciddi bir çalışma gerektiriyor, o dile, telaffuza şarkıya çalışıyor, anlamlarına bakıyor, ruhunu anlamaya çalışıyorsunuz. Bir sürü şey var işin içinde. Sadece ses çıkarmak değil, yoksa herkes şarkı söyler ne olacak.

Anladığım kadarıyla “Hayat” da olduğu gibi, müziğinizde de anı yaşamayı seçmişsiniz…

Evet, sıkıştırmak istemiyorum kendimi. Şunu yapacağım, bunu yapacağım değil… Benim kriterim iyi müzik yapmak, taviz vermemek. Biraz anarşist bir tarafım da var bu konuda, yürüdüğüm yolda… Profesyonel müzik hayatımda biraz dik kafalıyım. Şu olacak, bu olacak ya da yokum ben orada… Biraz şartlarım var. Bunları da yapmazsanız, çok da kıymetiniz olmuyor açıkçası… Biraz kendiniz belirliyorsunuz durduğunuz yeri, çizginizi. Ama iyi de oluyor. Çünkü bu teknik açıdan, ses sistemleri, sahne kurulumu açısından önemli.  Müzisyenin iyi ses sistemiyle çalışması, karşı tarafa iyi ses sunması demek. .. Yoksa siz istediğiniz kadar muhteşem olun, kötü bir sistemle çalıştığınız zaman olmaz. Kendi bulunduğum alanda taviz vermeden biraz dediği dedik ilerlemeye gayret ediyorum. Bu da müzikalite açısından… Kapris yapmak için falan değil. Yaptığımız şeyi en iyi şekilde yapalım. İş olarak da görmüyorum zaten, bu benim hayat biçimim. O yüzden ufak eksikliklerde çok da kızarım, “hööyyt” falan 🙂 sinirlenirim…

Çok sık rastladığım bir açıklama hakkında yorumunuzu almak isterim;, bu müziğin eğitimini almış, içinden biri olarak ne düşünüyorsunuz bu konuda çok merak ediyorum. Müzisyenlerden son zamanlarda sık duyduğumuz bir açıklama “Artık caz bile söylerim.”
Caz “bile” mi yapılır?

Bu aslında bana biraz göre ukalalık… Çünkü “Caz en üstün, en yüce müziktir” demek aslında bu benim yorumumca… Böyle bişey yok. Ben hepsine eşit uzaklıkta duruyorum.Çünkü hepsi insan duygusu çıkışlı… Bunu yaptığınız zaman insana saygısızlık yapmış oluyorsunuz. Ben böyle bir şey iddia etmem ve böyle bir şey de kabul etmem. Ötekileştirmeye gerek yok. Birisi için o çok yüksek bir müzik olabilir, ama diğeri için de halk müziği çok yüksek bir müziktir, ve ya pop müzik üstün bir müziktir. Herkes istediğini dinlesin, kimseyi zorlayamazsın.  Bizim görevimiz, bence misyonumuz da aynı zamanda, elimizden geldiğince iyiyi sunmak insanlara, Ordan yakalamaya çalışmak. Yoksa vasat işlerle herkes bir şekilde yakalıyor. Ama kaliteden, iyiden ödün vermeden becerebiliyorsanız, ne ala ne büyük mutluluk…

Peki ya yine son zamanlarda daha sık düzenlenen caz festivallerinin caz müziğe ve müzisyenlerine kattıkları?

İstanbul’daki konserlere, festivallere baktığınız zaman hep yurt dışından gelen misafirlerin acayip sükse yapması, çok ciddi ağırlanması, onlara büyük bütçeler ayrılması, büyük sponsorlukların onların arkasında olması. finansal destek sağlanması falan… İstanbul çok umurumda değil, çok da ciddiye almıyorum açıkçası... İstanbul Caz Festivali’nde 2 konser yaptık. Ama inanın şunu da düşünmüyor değilim, eşimle bazen çok gülüyoruz. Hadi gel Amerika’ya ya da Kanada’ya gidelim diyor, on sene sonra geldiğimizde “Aa, Amerika’dan gelen caz sanatçımız.”
İstanbul’da böyle bir durum var maalesef, çok üzülerek söylüyorum. Ama İstanbul dışından inanılmaz keyif alırım konserlerde… Çünkü insanlar çok sıcak takip ediyorlar, hiçbir şey kaçırmıyorlar, her şey çok kıymetli… İstanbul’da bir şımarıklık var. Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm ama bunu hiçbir zaman anlayamadım. Bi akşamda tabi 20 tane konser olursa, bir yerden bir yere gitmek çok zor, maddi olarak İstanbul’da yaşamak çok zor. İstanbul benim açıkçası umrumda değil. Şu an mesela burada konserdeyiz. Önümüzdeki günlerde Alanya var, bodrum, adana Çukurova senfoniyle bir konser yapacağız. Hep İstanbul dışı ve ben bundan inanılmaz mutluyum. İstanbul da çok da fazla kıymeti yok. Çünkü bir tüketim alışkanlığı var orda. Tüket at tüket at ne yaparsanız yapın. İstemiyorum da çıkmıyorum da zaten. Kızıyorlar niye çıkmıyorsun diye, niye çıkayım? Şurada şu kadar güzel bir yerde konser yapmak, niye biz bunu İstanbul da yapamıyoruz ben orda doğdum büyüdüm neden yapamıyorum bir  tuhaflık yok mu yani Bu sorunun cevabı yok bende , o yüzden çok umrumda değil, bende  diyorum o zaman biz önümüze bakalım güzel güzel bize imkanlar sunuluyor, buralarda çok daha sıcak karşılanıyoruz, mutlu oluyoruz. O zaman böyle olsun diyorum, kızdım yine 🙂

Burcunuzu merak ettim şimdi de 🙂

(Ellerini başına kötürüp parmaklarıyla boynuz işareti yaparak )
Koç burcuyum 🙂

Radyo programımın da, blogun da ismi “Güneş Enerjisi”
Hayat şarkınızın nakaratıyla yükseltiyorum ben bir süredir enerjimi:)
Siz nelerden toplarsınız enerjinizi?

Aslında benim genel olarak enerjim çok yüksek değil, ben enerjimi geçmiş yıllarda çok tükettiğimi düşünüyorum, özellikle  İstanbul’daki bu debelenme dönemimde ve o yüzden de bıraktım herşeyi artık, enerjimi çok doğru ve güzel kullanmayı tercih ediyorum. Aslında yaptığımız müzikte de enerjimiz çok yüksek değil bence, insanlar mutlu oluyorlar garip bir şekilde. Genel olarak depresif mesajlar çok var ama huzur duyuyoruz diyorlar, ne mutlu…  Kötü bir şey olsa üzülürüm çünkü...

Jülide Hanım, şahane bir sohbetti, çok teşekkür ederim röportaj teklifimizi geri çevirmediğiniz ve şarkılarınızın hikayesini paylaştığınız, yolunuzu yolumuza kattığınız için… Ben severek devam edeceğim şarkılarınızı programımda çalmaya ve “Yine de Hayat” diye mırıldanmaya 🙂 Soundcheck başlamak üzere, son kez dinleriz eklemek istediklerinizi seve seve…

Sizlerin dinleyiciler konusunda bu attığınız adımlar çok önemli. Yaklaşık bir 10 yıl önce olsaydı insanlarla buluşma şansımız yoktu, çünkü popüler kültüre ait bir iş yapmıyoruz ve bizim parçalarımızı radyolar çalmıyordu. Bizi kaale alıp “bizim gibilerle” röportaj yapmıyorlardı.
Ama şimdi herşey ortada, internetin çok faydası olduğunu söyleyebilirim bu konuda. Kopyalama ve telif hakları konusunda sıkıntılar çok var ama en azından yayılma ve duyulma anlamında çok faydalı oldu. Çünkü beğenen biri gönülden paylaşıyor, bir arkadaşına tavsiye ediyor, albüm hediye ediyor. Dolayısıyla biz de yavaş yavaş anlaşılmış, dinlenmiş oluyoruz, bu da önemli bir şey benim için… Sizlerin katkısı çok büyük, teşekkür ederim.


Jülide Özçelik’in yanından ayrılmadan önce, bu günün anısına Çanakkale’nin seramik narlarından hediye etmek istiyorum ona. Hikaye bu ya; narların ona Gizli Cennet şarkısını yazdıran, Jazz İstanbul Volume 2 albümünün de kapağını süsleyen pamuk şeker bulutlu Akçakese Köyü’ndeki evine asacağını öğrenince, hayatın verilen en güzel hediye olduğunu mırıldanıyorum gülümseyerek birkez daha… Adıma imzalı Jazz İstanbul Volume 2 albümüm de bu kesişen yol hikayemizden çok kıymetlli bir hatıra bana…  Çok teşekkür ederim sevgili Jülide Özçelik’e şarkılarıyla dokunduğu için ruhuma ve röportajıyla yolunu, enerjisini kattığı için yoluma…

Kocaman bir teşekkür de Jülide Özçelik’in menajeri, müzisyen arkadaşı sevgili Zümra Lü Oktayoğlu’na ve Çanakkale Belediyesi Kültür Sanat Birimi’ne…
İstanbul12 Orkestrası’ndan da bahsetmeliyim size tam da bu esnada. Çok mutluyum bu vesileyle tanıştığım için bu grupla da… Orkestra hakkında kısa bir bilgi ve tüm müzisyenlerin yer aldığı eğlenceli şarkıları “Bile Bile” aşağıda; Soner Şeker’in “İyi misin sen” isimli şarkısı da vazgeçilmezlerim arasında…

“Hediye” gibi katılsın şarkılarınız sizin de yolunuza…
An’a…

Jülide Özçelik’in de vokalleri arasında yer aldığı, Zümra Lü Oktayoğlu’nun yan flüt çaldığı,  Hüseyin Cahit Lü tarafından 2003 yılında bir aile orkestrası olarak kurulan İstanbul12 Orkestorkestrası; 15 başarılı müzisyenle devam ediyor müzikal yolculuğuna…
Sahnede Türkçe’nin yanı sıra İngilizce, Fransızca, İtalyanca,İspanyolca, Arapça, Rumca, Rusca, İbranice ve Balkan dillerinde, rengarenk türlerde çok geniş bir yelpazede evrensel müzik icra ediyorlar.  İstanbul12 orkestrası’nın “İlk” isimli bir de albümleri var. İsmini İstanbul’dan alan ve ilk olarak orada sahneye çıkan orkestra; müziğini ve İstanbul ruhunu dünyayla paylaşıyor.